25 Aralık 2014 Perşembe

Katastrofik başarıdan geri dönüş mümkün mü? M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

"Osmanlıca" öğretilmesi tartışması "dil sorunumuz"un bağlamından çıkarılarak ele alınmasına yol açtı. Bunun sonucunda "Arap alfabesine dönülerek," "Türkçe"nin yerini "Osmanlıca"nın alacağı benzeri tezlerin dile getirildiği münakaşa kavram kargaşasına dönüştü.

Alfabe ve ilericilik 
Her şeyden önce "dil sorunumuz"un alfabeden bağımsız incelenmesi gerekmektedir.
Diller farklı alfabelerle yazılabilir. Örneğin Türkçe, Arap alfabesinde bulunmayan "p, ç, j ve kef-i Farsî" harflerinin eklenmesiyle oluşturularak uzun süre kullanılan alfabeyle yazılabileceği gibi diğerleri ile de kaleme alınabilir.
Misâller verecek olursak, Evangelinos Misailidis'in Atina'da yayınlanmış bir romandan uyarlayarak kaleme aldığı Temâşâ-i Dünya ve Cefakâr ü Cefakeş Yunan harfleriyle yazılmıştır.

Musibet yağmuru! Ali Bulaç

AK Parti İstanbul Milletvekili Sayın Bülent Turan, benim “AK Parti bir proje miydi?” başlıklı yazımla ilgili bir açıklama yaptı.

Kendime ve okuyucularıma sözüm var: Dil ve üslubunu koruyup kibarca –aslında İslami edeb içinde- beni eleştiren herkese gerekli açıklamaları yapacağım. Değerli milletvekilimiz de üslubunu koruyarak bana bazı sorular soruyor. Meramımı maddeler halinde sıralıyorum:

1) Ben “AK Parti’nin bir proje” olduğunu yazmadım, “Bir proje miydi?” diye sordum. Yazının başlığı böyle. AK Parti’nin “bir proje” olduğunu iddia eden Abdurrahman Dilipak’tır.  Günlerdir tartışılan konu, onun MP Genel Başkanı Abdurrahman Karslı’nın evinde yaptığı konuşma etrafında dönüp dolaşmaktadır. Ben sadece 7-8 kişinin ağzı açık dinlediği söz konusu konuşmayı teyit ettim, herhangi bir ilavede bulunmadım. Dilipak bana gönül koydu. Kendisine “Yanlış yazmışsam açıklama gönder, yayımlayayım.” dedim, o “Zaman benim açıklamamı yayımlamaz.” dedi. Ben “Köşemde yayımlarım.” dediysem de “Gerek yok!” dedi. Maalesef 40 yıllık arkadaşlıklarımız, dostluklarımız zedeleniyor, öyle bir sürece girdik ki, bu ülkenin Müslümanları üzerine İlahi bir ceza olarak musibet yağmuru yağıyor.

AK Parti bir proje miydi? Ali Bulaç

Geçenlerde Merkez Parti Genel Başkanı Abdurrahim Karslı, +1 TV’ye verdiği röportajda Abdurrahman Dilipak’ın, “AK Parti’nin bir proje olarak ABD, İngiltere ve İsrail tarafından kurulduğunu iddia ettiğini”, kuruluşuna destek veren güçlerin, şu üç şeyi talep ettiğini söyledi:

“1. Biz sizi iktidara taşıyalım. 2. Size iktidarda sorun çıkaracakları opere edelim. 3. Size gerekli finansal destekleri getirelim.” AK Parti’den istenenler de şunlardı: “a. İsrail’in güvenliğini artıracaksınız, önündeki engelleri kaldıracaksınız. b. Büyük Ortadoğu Projesi yani sınırların değişmesi. c. İslam’ın yeniden yorumlanmasında bize yardımcı olacaksınız.”

22 Kasım 2014 Cumartesi

Dindarların imajını düzeltebilecek tek adamın çektikleri - EZGİ BAŞARAN - 22/11/2014

Gezi hatırasıyla bir noktada buluşulabilirdi. Tüm baskılara rağmen yalan söylemeyen din adamının hakkı teslim edilebilirdi. Hazır özürlerden söz açılmışken mesela bu müezzinden özür dilenebilirdi.
Ne çektirdiler bu müezzine, ne çektirdiler…
6 saat aralıksız savcının sorgu odasında mı bunaltmadılar, Beşiktaş’taki yerinden edip Kayabaşı Köyü’ne sürgün mü etmediler…
O vakitler Başbakan’ın kendisi tarafından hedefe mi konmadı, “Ben din adamıyım, yalan söyleyemem” demesine rağmen illa ki “Camide içki içtiler” desin mi istenmedi…
Neler ettiler, neler…

19 Kasım 2014 Çarşamba

Çözümsüz çözüm projeleri - Altan Tan 19 Kasım 2014

1071yılında Hıristiyan Bizanslılarla Müslüman Selçuklular arasındaki Malazgirt Savaşı’nda Türk Selçuklu Sultanı Alparslan’ı onbin askerle destekleyen Kürt Mervanilerden bu yana Türk-Kürt ilişkilerinin tarihi bin yıla yaklaşıyor.

Yaklaşık bin yıllık bu birlikteliğin tamamen sorunsuz ve güllük gülistanlık geçtiği söylenemez.

Ancak tıpki ailelerde olduğu gibi acı-tatlı, mutlu-mutsuz, bazen tartışmalı bazen kavgalı günler olmakla birlikte bu birlikteliğin; halklar-toplumlar arasında tarihin kaydettiği en uzun ve en kaynaşmış örneklerinden biri olduğu söylenebilir.

Kürt Mervani Hükümetinin bizzat destek oldukları Selçuklularca kısa bir müddet sonra ortadan kaldırılması, Çaldıran Savaşı’nda 25 Sünni Kürt Beyliğine özerklik verilirken binlerce Alevi Kürdün öldürülmesi, sağ kalan Alevilerin ise toplumsal hayatın dışına ürülmesi, 1839 Tanzimat Fermanı sonrası Osmanlı Modernleşmesi doğrultusunda merkezi hükümet modeline geçilmesi ile birlikte 1514 Çaldıran Savaşı sonrası Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim ile Kürdistan Beyleri arasında imzalanan özerklik anlaşmasının bozularak Kürt Beylerinin ortadan kaldırılması tarihi Türk-Kürt ilişkilerinin önemli kırılma noktalarıdır.

Bütün bunlara rağmen 1071’den, İttihatçıların iktidarı gaspettikleri 1909 yılına kadar geçen sürenin Kürtler açısından tek taraflı olarak yakıcı, yıkıcı, toplumsal yapıyı alt üst edici, inkarcı ve asimilasyoncu olduğu iddia edilemez.

Kürt Sorununun modern zamanların bir sorunu olarak ortaya çıktığı 20. Yüzyılın başlarından günümüze kadar 3 ana çözüm projesi uygulandı denilebilir.

İttihatçı Kemalist model


1909’da İttihat ve Terakki’nin başlattığı ve 1918 ile 1924 yılları arası (Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluş dönemi) hariç 2000’li yılların başına kadar uygulanan İnkar-baskı ve asimilasyon dönemi.

Bu dönemi uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Şeyh Said Kıyamı, Ağrı, Zilan, Dersim İsyanları, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbeleri ile 1990 yıllarının binlerce köy boşaltılması, faili meçhul cinayetler milyonlarca Kürdün göç ettirilmesi… herkesin bildiği tarihi gerçekler.

Bu projeyi kısaca "İsyancı Kürtleri yok etme, sağ kalan Kürtleri ise Türkleştirme" projesi olarak ifade edebiliriz.

Gülen cemaatinin Kürt çözümü

Gülen Cemaati’nin 2007-2008 yıllarında şekillenmeye başlayan önce Bolu Abant’ta sonrasında ise Erbil’de yapılan toplantılarla somutlaşan Kürt Projesi.

Abant’ta ve Erbil’de düzenlenen toplantıların sonuç bildirgelerinde Kürtçe anadilde eğitim dahil AKP’nin çok ilerisinde birçok hak kabul edilerek kamuoyuna deklare edildi.

Ancak bu çözümün önünde en büyük engel olarak PKK görüldü ve 2009 Mart ayındaki yerel seçimlerden hemen sonra AKP Hükümeti de ikna edilerek KCK operasyonları başladı.

Bu doğrultuda PKK, KCK, BDP mensupları ile bunlara sempatizan sivil toplum kuruluşları ile neredeyse bunlara ‘selam verenler’ bile tutuklanmaya başlandı. 10 bine yakın Kürt cezaevine konuldu, bir o kadarı tutuksuz yargılanmaya başlandı.

Oslo süreci başta olmak üzere PKK’yi muhatap olarak alan her türlü ilişki (görüşme-diyalog-müzakere) PKK’yi büyütme ve güçlendirme olarak görülerek karşı çıkıldı, bozulmaya çalışıldı.

‘Dağdaki PKK’liyi yok etme, şehirdekini ise diskalifiye etme’ esasına dayalı bu "PKK’siz çözüm" süreci yaklaşık 4 yıl sürdü.

Bu süre zarfında Kürtlerin demokratik haklarının tanınması ile ilgili AKP Hükümeti üzerinde ciddi bir baskı da oluşturulmadı. 2010 yılındaki ‘Yetmez Ama Evet’ referandumu ile toplum oyalandı.

Bu projeyi de “Türklüğün emrinde ve kontrolünde, PKK’siz bir Kürtlük” olarak özetleyebiliriz.

AKP’nin çözüm süreci

Oslo süreci ile başlayan, 14 Temmuz 2011 Silvan Olayı ile kesintiye uğrayan; sonrasında ise 26 Eylül 2012 tarihinde Abdullah Öcalan’ın Tayyip Erdoğan’a yazdığı mektup ile tekrar başlayan ve halen de sürdürülmekte olan ve direkt olarak PKK’yi Abdullah Öcalan’ı muhatap alan çözüm süreci.

AKP’nin bu politikası ise başlıca iki ana noktada eleştirilmektedir.

1- AKP’nin çözüm projesine en büyük eleştiri PKK’nin dışındaki laik-seküler, sol, sosyalist, liberal, milliyetçi… Kürt siyasetçiler ile İslamcılar’dan (Kürt-Türk) gelmektedir.

Bu çevreler AKP’yi, çözüm sürecinde PKK’yi tek muhatap olarak almakla; Kürtleri ve Kürdistan’ı PKK’ye terk etmekle suçlamakta, PKK’nin gerek Türkiye’de gerekse Rojava’da ortaya koyduğu pratikle kendinden veya kendi kontrolünde olmayan hiç kimseye hayat hakkı tanımadığını; eleştirilerine gerekçe olarak göstermektedir.

Eleştirilerde Kürtlerin temel haklarının tanınmasının hiçbir pazarlığa gerek kalmadan sağlanması gerektiği belirtilmekte; PKK’nin dağdan inerek/indirilerek ovada siyaset yapmasının/yapabilmesinin sağlanmasının ise ayrı bir konu olduğunun altı çizilmekte; bu iki işin birbirine karıştırılmadan eş zamanlı olarak da yapılabileceği/yapılması gerektiği ileri sürülmektedir.

2- AKP’nin çözümden öncelikli olarak anladığı Kürtlerin ana dilde eğitiminden, Kürtçe’nin kamusal alanda 2. Resmi dil olarak kullanılması ve köy, kasaba, şehir adlarının iadesine kadar olan insani, vicdani, İslami… haklarının tanınması değil, PKK’nin silah bırakarak dağdan inmesi/indirilmesidir.

AKP esas olarak köklü ve kalıcı bir demokratikleşme ile sorunu temelden çözüme kavuşturmak yerine ‘tabutların gelmemesi’ olarak ifade edilen güvenlik esaslı bir politika yürütmekte ve hayati önemi haiz üç seçimi (Mart 2014 Genel Seçimleri, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2015 Milletvekili seçimi) ‘kazasız-belasız’ atlatmaya çalışmaktadır. (Nitekim yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri atlatıldı.)

AKP’nin politikası Kürtleri, (aynı zamanda seküler hayat tarzını sürdüren endişeli laikleri, Alevileri, dindarları, Hıristiyanları…) oyalamak, sürecin içini boşaltarak talepleri ötelemek ve bu şekilde iktidarını sürdürmek/sürdürebilmektir.

Son dönemde Kürdistan Federe Bölgesi’nde Barzani ile geliştirilen ilişkilerin de ise Türkiye dışındaki Kürtlerle ciddi ve samimi ilişkiler geliştirmek yerine Türkiye’nin yıllık 70-80 milyar Dolarlık enerji açığının kapatılması ve Barzani Ailesi üzerinden Kürdistan’daki milyar dolarlık ihaleler ve petrol ticareti ön plana çıkmaktadır.
...
devamını okumak için tıklayınız






17 Kasım 2014 Pazartesi

Atatürk'ün partisiyim' fırsatçılığına girerseniz olacağı budur - EZGİ BAŞARAN - 17/11/2014

Tarihçi Doç. Ahmet Kuyaş, Dersim'in hesabının bugünkü CHP'den sorulmasını mantıksız buluyor. Kuyaş'a göre, o zamanki CHP ile bugünkü arasında 'galaksiler' kadar fark var. Kuyaş CHP'nin, Atatürk'ün ismini kullanma fırsatçılığına girişerek tek parti döneminin tüm olumsuzluklarını da üstlendiğini vurguluyor.
NEDEN?
Boğaziçi ve Galatasaray Üniversitesi’nde devrim tarihi dersleri veren Doç. Ahmet Kuyaş, II. Meşrutiyet ve erken dönem Cumhuriyet tarihi konusunda en yetkin akademisyenlerdendir. Doç. Kuyaş’la yeniden tartışılmaya başlanan Dersim katliamını, Alevilerin niye CHP’ye oy verdiğini ve 2014 model Kemalizm’i konuştuk.

Celal Bayar’ın avukatlığını yapmış olan Hüsamettin Cindoruk, bir kaç yıl önce yaptığım röportajda Dersim harekatının Mustafa Kemal’in bilgisi ve emriyle yapıldığını anlatmıştı. Bugün yine aynı şeyi tartışıyoruz, siz ne diyorsunuz? Dersim katliamı Mustafa Kemal’in bilgisi ve emriyle mi yapıldı?
-Dersim harekatı ile Dersim katliamını ayırmak gerekir her şeyden önce. Birincisi için evet, ikincisi için hayır derim ben. Harekatın emrini Atatürk verdi ama emrettiği şey katliam değildi.

Ama böyle bir harekatın sonunda çiçeklerin açması beklenmiyordu herhalde?
-Elbette hayır. Fakat bazı şeyler bilinmiyor. Atatürk, Dersim konusunda aşırı duyarlıydı. Çünkü tam 17 yıl önce bir başka Dersim harekatı yaşanmıştı. Biz tarihte buna Koçgiri isyanı diyoruz. Bu isyan bastırılırken büyük bir talihsizlikle görev yüksek rütbeli bir Nurettin Paşa’ya veriliyor. Talihsizlik dememin sebebi bu paşanın çok muhafazakar bir Sünni olmasından ileri geliyor. Koçgiri isyanını öyle vahşi, öyle kanlı bir şekilde bastırıyor ki, milletvekilleri dahi isyan ediyor ve Mustafa Kemal’in başı çok ağrıyor. 1937-38’e gelindiğinde yine böyle bir şey yaşanmasını istemiyor Atatürk. Kaldı ki o günlerde devlet meseleleriyle çok da ayrıntılı biçimde ilgilenemiyor, zira hasta. Ama tabii Dersim’e ciddi bir harekat yapılmasından kesinlikle haberdar.
Yani?
-Bakın Mustafa Kemal ve o dönemin devlet adamlarının dinle ilişkileri dindarlık boyutunda olmasa da Aleviliğe Osmanlı refleksiyle bakıyorlardı. Refet Paşa’yı düşünün. Atatürk’ün en yakın adamlarından biri. Bir takım tereddütler sonucunda 1919 Ağustos’unda Atatürk’ün Sivas Kongresi’nden vazgeçmesi sözkonusu oluyor. Refet Bey ile yazışıyorlar. Refet Bey, Atatürk’ü Sivas’ta kongre yapmamak için nasıl ikna etmeye çalışıyor dersiniz…
Ne diyor?
-‘Bura ahalisi kansız olduğu için burada kongre yapmayalım.’ Kansız derken tahmin edeceğiniz üzere Alevileri kastediyor. Sonuçta Sivas’ta kongre yapılıyor ama bu o dönemdeki Aleviliğe bakışı anlatması bakımından önemli bir göstergedir. Düşünebiliyor musunuz, Kazım Karabekir gibi dini bütün bile olmayan Refet Paşa gibi bir Osmanlı subayının ağzından gayet doğal biçimde böyle bir cümle çıkmasını… Bizim merkez kültürünün baskın Sünni karakteri var ya, işte onun ürünü. Dolayısıyla Atatürk’ün de Dersim harekatını isteyen, destekleyen bir adam olduğundan hiç kuşkum yok.
Öyleyse Atatürk’ün Aleviler ile ilgili fikir ve his dünyasını nasıl tarif edersiniz?
-Kafasında önemli bir yer kapladığını sanmıyorum çünkü Atatürk gerçek bir seküler düşünce insanı. Yani herhangi bir siyasal çözümleme yaparken ‘Bu Yahudidir, bu Ermenidir, bu Alevidir’ diye düşünen bir adam değil. Politikanın iç mekanizmalarını işleten, ekonomi, strateji pencerelerinden bakan bir insan.
Alevilerin Atatürk’e bağlılıklarını nasıl açıklayacağız bu durumda?
-Sünni merkez sistemini kıran bir devlet yapısı kurmasıyla, yani laikliğe bağlılıkla.
E ama Dersim harekatı emrini vermesi o Sünni aklın bir sonucu değil mi?
-Değil çünkü bu bir anti-Alevi harekat değil.
Nedir?
-Anti-Dersim harekatı.
Aynı kapıya çıkmıyor mu? Orada yaşayan insanların Kürt ve Alevi olması bir tesadüf mü?
-Hayır elbette fakat Dersim ile devletin sıkıntısı birincil olarak orada yaşayan insanların Kürt ve Alevi olmasıyla ilgili değil. Onların devlet ile kurduğu ilişkiyle ilgili. Osmanlı Devleti’nin isyanlarla mücadele yöntemlerini düşünün. Tuna Nehri’nden Basra Körfezi’ne kadar Tanzimat’tan sonra herkes isyan halinde. Neden? Vergi vermek istemiyorlar, asker vermek istemiyorlar, vesaire vesaire. Merkezi devlete bir nevi ‘Gölge etmeyin başka ihsan istemez’ diyorlar. Merkez ise oraya bir vali, bir kaymakam atamak gibi şeylerin peşinde. Mesele bu.
Şimdi dönüp baktığımızda yine de Dersim’deki halkın Kürt ve Alevi olmasıyla harekat arasında bir bağlantı kuramaz mıyız?
-Ben merkezin ve Mustafa Kemal’in o kadar cahil olduğunu sanmıyorum. Yani Dersim’e sadece halkı Kürt ve Alevi olduğu için harekat düzenleyecek kadar cahil olamazlar. Bunu Dersim’de aslında o dönemde ciddi bir isyan olmadığını bilmeme rağmen söylüyorum üstelik.
Dersim’de ciddi bir isyan yoktu ve bu harekat yapıldı ve bu harekatın oradaki halkın etnik yapısıyla ilgisi yok, öyle mi?
- Şeyh Sait İsyanı çıktığında Atatürk Trabzon’a, Muğla’ya ve İstanbul’a telefon ediyor, ne oluyor diye. Yani sürekli bir karşı devrim korkusu var. Atatürk döneminin düşüncesiyle 80 sonrası Ankara düşüncesi arasında pek bir fark yok. Nasıl Ankara 3 PKK’liyi yakalamak için köyler yakıyor, herkesi dayaktan geçiriyor ve halka dışkı yediriyor… Atatürk döneminde de aynı sertlik var. O sertlik hep var aslında. Yalnız bu bastırma sertliğinin ardında her zaman merkezi bir karar aramamak lazım. Kimse Dersim halkını mağaraya tıkıp üzerlerine alev topları gönderin dememişti.
Dersim harekatının böyle bir vahşetle son bulmasından Atatürk’ün haberi var mı?
-Öyle diyebiliriz. Oturup ağladığını hiç sanmıyorum ama harekatın böyle vahşetle sonuçlanmasında özel bir emri olduğunu da düşünmüyorum. Üst düzey yöneticilerin tenkil ve tehcir gibi bir takım kararları aldıkları doğru ama bunların çok ağır bir şiddetle uygulamaya konmasına özgü bir emir vermedikleri kanısındayım. Bununla ilgili kanıtın var mı diyeceksiniz. Yok. Ama aksi olduğuna dair de kanıt yok. Ama tabii hukuken bu ağır şiddet eylemlerini yapan erin, erbaşın cezalandırılmaması o üst düzeydeki karar vericileri bir suç ortağına dönüştürüyor.
Geçmişin suç ve suç ortaklığıyla ilgili CHP mesul tutulamaz mı bugün?
-CHP’nin adının CHP olması tarihimizin büyük ahmaklıklarından bir tanesi. Çünkü Atatürk’ün kurduğu Halk Fırkası olan partiyle bugün Kılıçdaroğlu’nun yönettiği parti arasında dünyalar değil, galaksiler kadar fark var. CHP ismini alıp, logolarına da 6 oku koymaları bir tür fırsatçılıktı. Atatürk’ü kullanabilmek için bu ismi aldılar ama tek parti yönetiminin bütün belalarını da üstlenmiş oldular. Böylelikle Tayyip Erdoğan gibi birisi tarafından alay edilir hale geldiler. ‘Ben Atatürk’ün partisiyim’ derseniz, bu fırsatçılığı yaparsanız olacağı budur. Tek parti döneminin olumlu olumsuz tüm yüküyle uğraşacağınıza sizin 21’inci yüzyıla uygun bir sosyal demokrat parti olmanız gerekirdi.
Öyleyse Dersim’in hesabını bugünkü CHP’den sormak mantıksız mı?
-Mantıksız çünkü o işleri yapan CHP ile bugünkü CHP arasında çok fark var. CHP’ye özür dile deniyor, peki dilesin ama şu anda ortada tuhaf bir aile faciası gibi birşey var. Partinin başındaki kişi Dersimli. O nasıl özür dileyecek?
Alevilerin oyunu kaybetmekten korkuyor olabilir mi CHP?
-Alevilerin CHP ile ilişkisi Dersim’den bağımsız aslında ve ne ‘celladına aşık olma’ ne de ‘Stockholm Sendromu’ ile açıklanabilir. Onlar CHP’ye oy veriyor çünkü sekülerizmin hakim olduğu bir anlayışla yönetilmek istiyorlar. İslamı siyasi bir malzeme olarak kullanan Sünni, muhafazakar bir partiye oy vereceklerini sanmıyorsunuz herhalde. 1954’te niye CHP’ye oy verdi diye sorsanıza…
Sorayım…
-Demokrat Parti kurulduktan sonra ilk zaferini aldığında Dersim ona oy vermişti. Aradan 4 yıl geçti, Demokrat Parti’nin ne olduğunu gördü Aleviler ve bir daha da hiç oy vermediler. Alevilerin tarihinde Sünniler tarafından itilip kakılmışlık, öldürülmüşlük var. Dolayısıyla Alevilerin ne MHP’ye ne AKP’ye oy vermeyeceğini görmek lazım. E kime verecekler? CHP’ye. Mantığı böyle kurmak lazım. Burada siyasi bir analiz ve akıl var. Dersim’i devrimci bir diktatörlük olan tek parti yaptı diye düşünüyor. Ki doğru. O bakımdan Alevilerin Dersim’e rağmen CHP’ye oy vermesinin sebebi çok basit.
Atatürk yapmamıştır şeklinde bir kabullenmeme de yok mu Aleviler’de?
-Elbette var. Çok da yanlış. Atatürk tek parti döneminin başında olan bir adam. Bu bir diktatör ve çeşitli konularda sert politikaları var. Alevileri bırakalım, Sünnileri alalım ve Kubilay hadisesine bakalım. Orada isyancılardan birine 30 santimetre ip sattı diye Yahudi dükkancı da asılıyor. Tek parti sertliği böyle bir şey. Batı ülkelerinde de bunu görüyoruz. Merkezin kendini bir şekilde empoze etmek için yapabildiği sertliğin boyutları bizdekinden az değildir. Bu sertliklerin hepsi de Nazizm veya Faşizmle özdeşleştirilemez bana göre. Tanzimat devleti de, Abdülhamit devleti de, Cumhuriyet devleti de vatandaşına sertlik uyguluyor. Cumhuriyet devletinin bu sertliği uygularken getirdiği bir şey Alevilerin yüzyıllardır özlemini duyduğu özgürlüğe yer açıyor. Nedir o? Laiklik. Bir de 1950-54 arasında yapılanları görünce diyorlar ki ‘Biz doğrudan İslam’a gönderme yapan sağ bir partiye oy vermeyiz.’

AHMET HAKAN’IN 9’U 5 GEÇE AYAĞA KALKMAMASI DOĞRUDUR
Biraz önce ‘Atatürk bir diktatördü’ dediniz. Bir diktatörü niye ‘özlüyoruz’, bir diktatörün niye ‘izindeyiz’…
-Stalin için de ah vah eden insanlar var unutmayınız. Bu halin bir çok sebebi var, bazıları benim uzmanlık alanımın dışına çıkıyor ve psikoloji deniyor. Bana kalırsa bunun temel nedeni bu ülkenin dünyayla ilişkisi çok sınırlı olan insanlardan oluşması. Yani bir takım değerleri yanına bir Atatürk ya da bir başka isim takmadan savunamıyorlar. Benim çok tepki çeken bir cümlem vardır: İnsan haklarına saygılı, çağdaş bir demokrat olmak için bir Danimarkalının Atatürk’e ne kadar ihtiyacı varsa, sizin de o kadar var.
Güzelmiş…
-Güzel de sevgili Türkler Atatürksüz bir savunma ya da eleştiri söylemi geliştiremiyorlar ve bu laf yüzünden bana kızıyorlar. Ben çağdaş olmaktan yanayım diyemiyor da Atatürk’ün resmini asıyor.
Bir diktatör nasıl çağdaşlık sembolü olabiliyor?
...
devamını okumak için tıklayınız 


10 Kasım 2014 Pazartesi

MİT raporu: Gaziantepli işadamı Mehmet Ali Yaprak’ı önce İbrahim Şahin, sonra Mehmet Ağar kaçırttı - Arzu Yıldız

Gaziantepli işadamı Mehmet Ali Yaprak’ın 1996’da kaçırılması ile ilgili 5 Mart 1998-29 Mayıs 1998 tarihleri arasında MİT Müsteşarlığı Teftiş Kurulu tarafından yapılan soruşturma raporu 16 yıl sonra ortaya çıktı. T24’ün ulaştığı raporda yer alan MİT değerlendirmesinde, Mehmet Ali Yaprak’ın ilk olarak Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekat Dairesi eski Başkanvekili İbrahim Şahin tarafından kaçırıldığı ve fidye alındığı, o dönem İbrahim Şahin ile arası açık olan dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ın durumdan haberi olunca Abdullah Çatlı ve polisleri göndererek, Yaprak’ı ikinci kez kaçırttığı iddia edildi.

Ağar’ın Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılmasından sonra kamera kaydı ile sorgulanmasını istediği, bunun nedeninin de İbrahim Şahin’e karşı koz olarak kullanmak istediği öne sürüldü. 1998 tarihli raporda, Susurluk kazası sonrası TBMM tarafından kurulan komisyonun Yaprak’ın ilk kaçırılma olayından haberdar olmadığı iddia edildi.

3 MİT Müfettişince hazırlanan raporda, Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılmasında MİT personelinin olaya dâhil olmadığı savunuldu.

‘İlk önce Şahin sonra Ağar kaçırttırdı’


Raporda ifadesi bulunan İsmail Buğday şunları anlattı:

“26 Mayıs 1996 sabahı erken saatte Müfit Sement’in kendisini telefonla aradığını ve buluşma talep ettiğini, bir saat kadar sonra Merit Altınel Otelinde buluştuklarını, Müfit Sement’in  “Yahya Efe’nin kendisini telefonla arayarak video kamerasını alıp, Antep’e gitmesi gerektiğini , Antep’e gittiğinde Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılarak Siverek’e götürüldüğünü öğrendiğini, A.Çatlı ve ekibi (polisler) tarafından buraya adı geçenin sorgulanmasının kaydedilmesinin kendisinden istendiğini, daha önce Mehmet Ali Yaprak’ın İbrahim Şahin ve ekibi tarafından kaçırılarak 100 bin dolar aldıklarını, İ.Şahin ile M.Ağar’ın bu dönemde arasının açık olduğunu, bu fidye işinden M.Ağar’ın haberinin olmadığını, ancak sonradan öğrendiğini, M.Ali Yaprak’ı bu konuda sorgulatıp  yapılacak kaydı elinde koz olarak tutacağını, sorgulama sebebinin buna dayandığını, ancak kayıt işleminin kendisi tarafından gerçekleşmediğini, bu arada Yahya Efe’nin kardeşi ve eniştesinin yakalandığını duyduklarını, bu nedenle Antep’i terk ederek Ankara’ya geldiğini, A.Çatlı’nın da aynı otelde olduğunu” belirttiğini, M.Sement’in daha sonra zaman zaman kendisini (İ.Bugday) aradığını, polis ve adli tatbikattan kurtulmak için yardım talep ettiğini, kendisinin ise “bizim bilgimiz dışında bu olaya karıştın yardım edemem” dediğini, daha sonra da M.Eymür’ün M.Sement’e yardımcı olduğunu, M.Eymür’den duyduğunu” belirtmiştir.

‘Kimsenin haberi olmaz’

İsmail Buğday ek ifadesinde,

“TBMM Susurluk Komisyonuna ifade veren M.Ali Yaprak’ın bu ifadesinde Müfit Sement’in ismini kendisini kaçıranlar arasında saydığını, isminin ifadede geçmesinden rahatsız olan Müfit Sement’in Mehmet Eymür’den yardım istediğini, bunun üzerine Mehmet Eymür’ün M.Sement’e “İsmail ile birgün Gaziantep’e gider Mehmet Ali Yaprak ile yüzleşirsiniz ben de randevu alırım” dediğini Mehmet Eymür’den öğrendiğini, M.Eymür’ün kendisinden Gaziantep’e gitmesini istediğini,  eleman başka Başkanlığa ait, bu Başkanlıktan birisini görevlendirmeniz uygun olur diye ısrar ettiyse de , “Kimsenin haberi olmaz, bir Cumartesi-Pazar gider gelirsiniz , gerekirse ben müsteşarla konuşurum” dediğini, bunun üzerine Müfit Sement’in arabası ile Gaziantep’e gittiklerini, ancak Mehmet Ali Yaprak ile görüşmediklerini,

MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ın emri ile bir disket hazırladığını, (çeşitli konularda arz notu), bu disketten bir kopyanın da kendisinde bulunduğunu, her görüşme sonrası bir temas raporu düzenlemesi gerektiğini bildiğini, ancak şartlar nedeniyle birkaç kez kuralı çiğnediğini” belirtmiştir.”

‘Çatlı, video kaydı için yardım istedi’

Mehmet Eymür’ün ifadesi,

“M.Ali Yaprak’ın OSB’nin hedefi durumunda olduğunu, birgün bu şahsın kaçırıldığına dair gazeteden haber yer aldığını, bazı elemanlarından M.Ali Yaprak’ın A.Çatlı ve bazı polislerce kaçırıldığını, Siverek’e götürüldüğünü ve  Bucak’lara ait bir evde sorgulandığına dair bilgiler aldıklarını, bu bilgilerin kaynağının A.Çatlı ve grubuna yakın olan elemanlarından Müfit Sement olduğunu, kaçırılma olayından birkaç gün sonra, önceden tanıştığı Haluk Koral isimli şahıs tarafından telefonla arandığını ve Haluk Koral’ın “M.Ali Yaprak isimli bir yakınlarının kaçırıldığını, hayatından endişe ettiklerini, yardımcı olup olmayacağını” sorduğunu, kendisinin de M.Ali Yaprak hakkında müspet duyumlarının olmadığını, ancak insan hayatı söz konusu ise, Bucak’larla temas kurulmasında fayda gördüğünü, olayın arkasında A.Çatlı ve bazı bakanların olduğunu söylediğini, birkaç gün sonra H.Koral’ın kendisini aradığını, M.Ali Yaprak’ın serbest kaldığını söylediklerinin doğru çıktığını belirttiğini, İsmail Buğday’ın daha sonra kendisine (M.Eymür) , “Elemanımız Müfit Sement’in kaçırılma olayına karıştığını, M.Sement’i A.Çatlı’nın sende video var,  al gel diyerek çağırması üzerine , M.Sement’in Gaziantep’e gittiğini, kaçırma olayının daha önce tahakkuk etmesi üzerine  ekibe katılmadığını ve geri döndüğünü, bütün bu işleri teşkilatımıza bilgi derlemek amacıyla yaptığını söylediğini anlattığını, M.Sement ile görüştüğünü, onun da aynı şeyleri aktarması üzerine H.Koral’ı aradığını, M.Ali Yaprak yaşıyorsa bunu Müfit Sement’in verdiği bilgi sayesinde olduğunu bu bakımdan M.Sement’i bu olayın dışında tutmaları gerektiğini söylediğini, kendisinin M.Ali Yaprak’ın kaçırılması olayındaki dahlinin bundan ibaret olduğunu söylediğini, ancak sonra İsmail Buğday vasıtası ile aldığı bilgilere göre, Müfit Sement, Cengiz Cömert, Hasan Aydostlu ismini hatırlayamadığı başka şahıslarla İbrahim Şahin’in ve polislerin yer aldığı ilk kaçırma hadisesinde bu şahısların MİT ve Mehmet Eymür ekibi olarak anıldığını, M.Ali Yaprak’tan alınan külliyetli miktarda paranın Mehmet Eymür’ün hissesi de dahil bölündüğünü, ikinci kaçırmada Müfit Sement’in anlattıklarının aksine Siverek’e giderek M.Ali Yaprak’ın sorgusunda hazır bulunduğu ve sorguyu videoya çektiği, bu sorguda ikinci kaçırma olayının İbrahim Şahin üzerine yönlendirildiğini, bandın bilahare A.Çatlı tarafından M.Ağar’a teslim edildiği hususlarını öğrendiğini, bu konuyu havi bir rapor hazırlayarak konunun araştırılıp soruşturulması mütalaası ile birlikte müsteşara arz ettiğini, M. Ali Yaprak ile ilgili tüm bilgilerinin bunlar olduğunu’ belirtmiştir.”

‘Yaprak, Ağar’a seçim öncesi 500 milyar yardımda bulundu’

Saffet Polat:  “16 Aralık 1996 tarihinde Mehmet Eymür ve Hilmi Karaer ile birlikte Müfit Sement’in dibbrifinginde M.Ali Yaprak’ın kaçırılmasını öğrendiğini, M.Sement’in son seçimlerden (24 Aralık 1995) önce M.Ali Yaprak’ın M.Ağar’a 500 milyar yardımda bulunduğunu, bu konuyu bilen Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin’in bilahare aynı şahıstan 100 milyar lira rüşvet aldığını, alınan bu paralardan A.Çatlı’nın da haberinin olduğunu, adı geçenin de M.Ali Yaprak’tan para almak için polislerden oluşan 6-7 kişi ile M.Ali Yaprak’ı kaçırdıklarını , kaçırma eylemi öncesi M. Ali Yaprak ile ilgili istihbaratı Yahya Efe aracılığı ile kendisinin yaptırdığını, kendisinden de pazarlık sırasında olayın videoya kaydedilmesinin istendiğini, kendisinin de olayın bir yerinde bulunarak teşkilata bilgi derlenmesi için kabul ettiğini, teklifi herhangi bir menfaat karşılığı kabul etmediğini, ancak kendisinin de çekim yapmadığını, zira kaçırmanın erken olması nedeniyle ekiple buluşamadığını, eylemi yapanların şahsı Siverek’e götürdüklerini, olayın akabinde İstanbul’a döndüğünü, olayın polise intikal ettiğini ve kendi adının da çıktığını, bir avukat aracılığı ile mahkemeye başvurarak M.Ali Yaprak ile yüzleştirilme talebinde bulunduğunu, ancak Antep polisinin ısrarla kendisini aradığını, bu konuda İstanbul polisine ifade verdiğini, hakkında açılan davada mahkemenin takipsizlik kararı verdiğini” belirtmiştir.”
...
devamını okumak için tıklayınız.

7 Kasım 2014 Cuma

Arapsız Kudüs için - FEHİM TAŞTEKİN - 07/11/2014

Mescid-i Aksa'da yaşananlar Filistin'in tanınması yönünde Avrupa'da yaşanan yeni gelişmelere denk geldi. İsrail, Filistinlileri şiddetin içine çekip bundan da Mahmud Abbas'ı sorumlu tutarak Filistin'in tanınması girişimlerini önlemeyi umabilir.
Geçen haziranda Kudüs’te Harem-üş Şerif’in batı tarafında Ağlama Duvarı’na çıkan kapalı çarşı içinde ilerlerken Filistinli dostum bir dükkânın önünde durdurup tahta kepenklerin aralığından içeri bakmamı istedi. Dükkânın zemini kazılmış, aşağıya doğru bir iskele durulmuş. Mahzeni andıran bir boşluk. “Mescid-i Aksa’nın altına kazılan tüneller buralardan başlıyor” dedi. Birkaç gündür yeni bir ‘intifada’nın sancıları yine Mescid-i Aksa nedeniyle yaşanıyor. Eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron, 2000’de muhalefet lideri olarak Mescid-i Aksa’ya girerek ‘İkinci İntifada’yı tetiklemişti.
Son gerilim geçen hafta Yahudilerin normalde özel güvenlik düzenlemeleriyle girebildikleri Mescid-i Aksa’da ibadet de edebilmeleri için kampanya yürüten Haham Yehuda Glick’i ‘öldürme girişimi’ ve ardından Yahudilerin mescide yürüme çağrısıyla başladı. İsrail hükümetinin kutsal mekâna girişleri iki kez tamamen kapatması durumu iyice provoke etti. Bu 1967 işgalinden beri bir ilk. 2 Kasım’da Knesset (Meclis) Başkan Yardımcısı Moşe Feiglin ile birlikte 89 Yahudi 2 Kasım'da Mescid-i Aksa'nın avlusuna girmesi şiddetli gösterileri körükledi. Gerilim 5 Kasım’da yaklaşık 100 Yahudi’nin Mescid-i Aksa'nın avlusuna girişine izin verilmesiyle tekrar çatışmaya döndü. Olay İsrail askerlerinin 1967’den beri ilk kez postallarıyla mescidin içine girmesiyle başka bir boyut kazandı. Bir Filistinli aracını ölümcül şekilde İsrailli yayaların üzerine sürdü. Yani kutsal topraklarda ölümcül perde bir kez daha açıldı: Gösteriler, çatışmalar, onlara yaralı ve yüzlerce gözaltı…

ÜRDÜN İSTİM ÜZERİNDE
Özellikle işgal altındaki Doğu Kudüs sokaklarını alevlendiren gerilim Ürdün Kralı’nı da nazik bir duruma soktu. Çünkü Ürdün Kralı, Filistinli liderlerin kararıyla 1924’ten beri Harem-üş Şerif’in hamisi. Kral da bir ilke imza atarak 1994’de Vadi Arabe Anlaşması’yla tanıdığı İsrail’deki elçisini çağırdı. Doğu Kudüs’ü 1967’ye kadar kontrol etmiş olan Ürdün’ün himaye hakkını İsrail de 1994’te tanımıştı. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun partisi Likud ve diğer sağcı gruplar, Mescid-i Aksa’nın yanı sıra altın kaplamalı kubbesiyle parlayan Kubbet-üs Sahra, müze ve medreseleri de içeren Harem-üş Şerif’in statüsünü değiştirmek için baskı yapıyor. BM Güvenlik Konseyi 1968’de İsrail'in Kudüs'ün statüsünü değiştirme girişimlerini geçersiz ve yasadışı ilan etmişti. Ama İsrail’in BM kararlarına uymak gibi bir pratiği hiç olmadı. Filistinliler, İsrail’in İbrahim Camii’ne yaptığı gibi Mescid-i Aksa’yı ikiye bölmek için fırsat kollandığını düşünüyor. El Halil kentinde üç dinin kutsal saydığı İbrahim Camii, bir Yahudi yerleşimcinin sabah namazı sırasında yaptığı katliam sonrası Müslümanlar ve Yahudiler arasında ikiye bölünmüştü.
Statü tartışmaları karşısında Kral Abdullah’ın tutumu önem kazanıyor. Haliyle Mescid-i Aksa yangını kendi tahtını da yakabilir. Ürdün’ün 6.5 milyonluk nüfusunun yarıdan fazlası Filistinli. Bu ülke 500 bin Iraklı mülteciye ilaveden en az 620 bin Suriyeli mülteciyi barındırıyor. Yani örgütlerin çok rahat taraftar toplayabildiği bir nüfusa sahip. Bir yanda Müslüman Kardeşler’in yasal zeminde siyaset yaptığı, diğer yanda selefi örgütlerin palazlandığı Ürdün bir süredir Irak-Şam İslam Devleti’nin de tehdidi altında. Mescid-i Aksa’nın ateşiyle başlayacak türbülansın Haşimi Krallığı’nı nereye götüreceğini kestirmek güç.

ABD SEÇİMLERİNİN SONUCU CESARET VERDİ
Netanyahu Amerikan siyasi arenasındaki değişimi de fırsat bildi. İsrail lideri son seçimde Kongre’de çoğunluğu Cumhuriyetçilerin ele geçirmesinin ardından arasının yıldızının barışmadığı Obama yönetiminden gelecek baskıları bloke edebileceğini düşünüyor olabilir. Ürdün’ün altüst oluşu İsrail’in işine gelmez. İsrail’in güvenliğini partiler üstü politika haline getiren ABD de buna izin vermez. Sonuçta Ürdün, Mısır ile birlikte Yahudi devletini tanıyan yegâne Arap ülkesi. Kral Abdullah’ın elçisini ABD’ye danışmadan çektiğini kimse düşünmüyor. Zaten Amman’ın hamlesi ABD ve Ürdün dışişleri bakanlarının Paris buluşmasının ardından geldi. Resti gören Netanyahu da dün Kral Abdullah’ı arayıp statünün değişmeyeceği garantisi vererek gerilimi düşürme yoluna girdi.

FİLİSTİN’İN TANINMASI ÇABALARINA KARŞI
Bu gerilim Filistin’in tanınması yönünde Avrupa’da yaşanan yeni gelişmelere de denk geldi. İsrail, Filistinlileri şiddetin içine çekip bundan da Mahmud Abbas’ı sorumlu tutarak Filistin’in tanınması girişimlerini önlemeyi umabilir. 13 Ekim’de Britanya’da Avam Kamarası bağlayıcı olmasa da Filistin’in tanınmasını öngören tasarıyı kabul etmiş, 30 Ekim’de de İsveç Filistin’i devlet olarak tanıyan ilk AB üyesi olmuştu. Fransa’da da sosyalist vekiller Filistin’in tanınmasını öngören bir tasarı hazırladı. Benzer adımlar İrlanda ve İspanya’dan da gelebilir. Filistin 2012'de BM'de üye olmayan gözlemci devlet statüsü kazanmıştı. Ayrıca Filistinliler İsrail üzerindeki baskıyı arttırmak için Kasım 2016 itibariyle 1967 sınırları üzerindeki işgalin sona ermesini öngören bir tasarıyı BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine sokmaya çalışıyor.
Uluslararası koşullar İsrail’in geçici olarak duraksamasını sağlayabilir ama İsrailli yetkililerin Tapınak Dağı diye andıkları Harem-üş Şerif’le ilgili planlarını hayata geçirme ve daha makro düzeyde Doğu Kudüs’ü Araplardan temizleyip ‘birleşik’ Kudüs’ü başkent yapma hedefinden şaşacaklarına dair hiçbir belirti yok. Doğu Kudüs’ün Filistin’e başkent olacağı iki devletli çözüm çağrıları da İsrail’in umurunda değil.

ŞOK OLMA; SENİN ESERİN!
İsrail bu amaç için bedel ödettirmekten asla çekinmiyor. Şiddet şiddeti doğurunca da terör mağduru rolünü iyi oynuyor. Burada bir şeyin altını çizmek gerekiyor: Filistinlilerin şiddete dönüşen öfkesi sadece Mescid-i Aksa ile izah edilemez. Filistinlileri yaşamdan bezdiren apartheid uygulamaları her geçen gün genişliyor. Umutsuzluk ve nefret derinleşiyor. Ağır koşullar örgüt kontrolü olmadan eylemlere kalkışan ‘yalnız kurtlar’ın sayısını arttırıyor. “Kudüs, İsrail’in apartheid başkentine dönüşüyor” diyen Haaretz yazarı Gideon Levy’nin tespitleri belki fikir verebilir:
“İsyan yolda. Sıradaki terör dalgası Doğu Kudüs’ün dar sokaklarında yükseldiğinde İsrailliler şaşırmış ve hiddetlenmiş numarası yapabilirler. Doğruyu söylemek gerekiyor: Çarşamba günü yaşanan şok edici olaya rağmen Filistinliler tarihin en sabırlı halkı olarak ortaya çıkıyor. Yoğun tutuklamalar, şiddete başvuran yerleşimciler, mahrumiyet, kovulma, ihmal, mal ve mülklerinden olmalarına rağmen son zamanlarda taş atmalar hariç sükûnetlerini koruyorlar… Birleşik kent dünyanın en büyünmüş kenti. Sözde eşitlik bir şaka, adalet ayaklar altında. Kudüs’ün Filistinli bir sakini, Paris’te bir Yahudi’den daha fazla linç edilme tehlikesi içinde. Ama burada kimse kıyameti koparmıyor. Parisli bir Yahudi’nin aksine Filistinli Kudüs’ten kovulabiliyor. Ayrıca korkunç bir rahatlıkla tutuklanabiliyor. 16 yaşındaki Muhammed Ebu Hudeyr’in yakılarak öldürülmesinin ardından patlak veren gösteri dalgasında İsrail 260’u çocuk 760 Filistinliyi tutukladı…”
Levy’nin sözlerine ilave edilebilecek çok şey var.
...
devamını okumak için tıklayınız


6 Kasım 2014 Perşembe

150 şirketlik maden havuzu - HÜSEYİN ÖZAY - TARAF

Ermenek’te 18 işçiye 10 gündür ulaşılamazken, hükümetin ülkedeki tüm madenleri işletmesi için 150 şirketlik bir havuz oluşturduğu ortaya çıktı
Karaman Ermenek’te 18 maden işçisi 10 gündür yerin altında kurtarılmayı beklerken, gözler maden sektörüne çevrildi. Son dönemde kazaların rekor düzeyde artmasında, iki yıl önce hayata geçirilen “yandaş madenci” oluşturma projesinin de etkisi olduğu öne sürüldü. Ekonomi kulislerinde dolaşan bilgilere göre, ruhsat izinlerinin Başbakanlığa bağlanmasının ardından, “150 iş adamından oluşan” bir madenci havuzu oluşturuldu. AKP’li iş adamlarından oluşan havuzdaki firmalar ise sır gibi saklanıyor. Ancak son dönemde maden ihalelerini kazanan firmaların tamamı da söz konusu maden havuzundaki şirketlerden oluşuyor. “Maden havuzunun” hikayesi şöyle:

MADEN HAVUZU “PKK” BAHANESİ İLE KURULDU

AKP’nin 12 yıllık iktidarı döneminde daha çok “inşaat”, “enerji” gibi alanlardaki ihalelere katılan AKP’li iş adamları, son beş yıl içinde madencilik alanında milyarlarca liralık rant döndüğünü fark etti. Ancak, maden saha ruhsatlarının uzun dönemli olması nedeniyle AKP’li işadamları sektöre giremedi. Bunun üzerine, tüm madencilik ruhsatları işlemleri Başbakanlığa bağlandı. 16 Haziran 2012 tarihinde çıkarılan yönetmelik ile, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nda olan ruhsat işlemleri Başbakanlık bünyesine geçti. Bunun için de o dönemde, PKK’ya yardım eden işadamlarının maden ruhsatlarına sahip olduğu belirtilerek, bu kişilerin eleneceği öne sürüldü. Yani güvenlik tedbirleri nedeniyle ruhsatların Başbakanlığa alındığı kaydedildi.

MADEN HAVUZU NASIL OLUŞTURULDU

Ruhsat izinlerinin Başbakanlığa geçmesi ile birlikte daha önce hiçbir şekilde madencilik sektöründe çalışmamış kişiler de maden şirketi kurmaya başladı. Bu çerçevede son beş yıl içinde AKP’li yöneticiler ile AKP Milletvekili ve teşkilat başkanlarının yakınları üzerine çok sayıda şirket kuruldu. Ankara kulislerinde dolaşan bilgilere göre, AKP’li yakın işadamlarının doğrudan veya dolaylı olarak kontrol ettiği bir maden şirketleri havuzu oluşturuldu. Havuzda, yaklaşık 150 maden şirketinin bulunduğu iddia ediliyor. Söz konusu şirketler, ana işveren durumunda bulunuyor. Yani madenin işletmesini alıyor. Ancak işletmiyor. Ana işveren konumundaki şirket, aldığı işi yine AKP’ye yakın şirketlerden oluşan taşeron şirketlere devrediyor. Böylece, maden alanında bir ihale zinciri oluşturuldu.
18 madencinin yer altında kalmasına yol açan Ermenek’teki maden ocağı da aynı şekilde işletmeye verildi. Kamuoyuna maden sahasını işleten şirket olarak duyurulan Has Şekerler Firması, maden sahasında taşeron firma olarak iş yapıyor. İşin asıl sahibi ise RP eski milletvekillerinden Abdullah Özbey’in sahibi olduğu Ermenek Cenne Linyit Kömür İşletmeleri şirketi. Özbey, aynı zamanda maden işletmeleri ile ilgili düzenlemelere karşı çıkan patronlar arasında yer alıyor. Has Şekerler şirketi ise, Özbey’in maden sahalarını işleten dört taşeron firmadan birisini oluşturuyor.

Dayı, yeğen herkes madenci
...

devamını okumak için tıklayınız



1 Kasım 2014 Cumartesi

Gülerce: Hükümet Hizmet Hareketi'ni bitirmek için savaş açtı, cemaatın savaşı kazanma şansı yok, dağılır!

Hüseyin Gülerce bu görüşlerini, Hürriyet gazetesi yazarı Ahmet Hakan'a açıkladı. Hakan'ın "Cemaat, devleti ele geçirmek istedi" başlığıyla yayımlanan (1 Kasım 2014) söyleşisi şöyle:

Cemaat, devleti ele geçirmek istedi


Ne oldu da Hizmet'i bırakma noktasına geldiniz?

İlk sarsıntıyı '7 Şubat Krizi'nde geçirdim. Savcıların MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı ifadeye çağırması olayı... Savcıların ifadeye çağırması sarsmadı beni. Devletin savcıları, millet adına bir şey görmüşlerdir, ifadeye çağırmışlardır. Burada bir şey yok. Sarsıntıyı ertesi gün Zaman gazetesini alınca geçirdim. Gazete bu haberi "Savcılar bugüne kadar hep haklı çıktı" diye veriyordu. Bu haber, bu şekilde Hocaefendi'den habersiz verilemez. İşleyişi biliyorum. Hocaefendi, Hizmet Hareketi'nin nabzını kılcal damarlarına kadar tutan bir insan.(abç) Bu başlığı mutlaka görmüştür ya da haberdar edilmiştir.

O haberin o şekilde verilmesinin anlamı neydi? Neden sizde sarsıntıya yol açtı?

Hocaefendi'nin çizgisi belliydi. Hangi hükümet olursa olsun hep destek olmuş, saygılı davranmıştır. Oysa MİT Müsteşarı'nın ifadeye çağrılmasına destek vermek, "Savcılar hep haklı çıktı" diye haber yaptırmak, hükümete resmen savaş ilan etmekti.

Bu konuyu konuşmadınız mı Cemaat'ten arkadaşlarınızla?

Üç gün sonra Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nda bir toplantıdaydık. Zaman gazetesinden Abdülhamit Bilici Bey de vardı toplantıda. Ben orada "Savcılar daima haklı çıkıyor" diye başlık atmanın yanlış olduğunu söyledim. Gerekçelerimi anlattım. "Bu başlık Hizmet'e zarar veriyor" dedim. İkna edici bir şey söylemediler. Savunma bile yapmadılar. Ben o zaman o haberin arkasında Hocaefendi'nin olduğunu anladım.

Ama buna rağmen Cemaat'ten kopmadınız.

Kopmadım ama sarsıntı geçirdim. İkinci sarsıntım Gezi'den sonra Zaman'da Başbakan Erdoğan'a yönelik hakaretlerin başlamasıyla gerçekleşti. İhsan Dağı, Mümtaz'er Türköne, Ahmet Turan Alkan gibi Hizmet'in içinden yetişmemiş arkadaşlar, eleştirinin de ötesine geçen yazılar yazmaya başladı. Bunların da Hocaefendi'den habersiz bir şekilde yayınlanması mümkün değildi.

Sizin açınızdan kopuş nerede başladı?

25 Aralık'taki olayı görünce "Hizmet Hareketi, hükümete topyekûn savaş açmış" dedim.

Nasıl yorumladınız bu "topyekûn harekete geçme" olayını?

Bir savaşa girerken dost kuvvetler, düşman kuvvetler analizi yapılır. Gücünüz yeter mi böyle bir şeye? Buna bakılır. Baktılar ve güçlerinin yeteceğini düşündüler. Kendilerine güvendiler. "Erdoğan gitsin, AK Parti kalsın" planı çerçevesinde hareket ettiler. Erdoğan gittikten sonra AK Parti Meclis Grubu'ndan "Hizmet tandanslı" bir hükümetin çıkabileceğini umdular. Siyaseti bilen bir insan olarak bana bunu sorsalardı, asla böyle bir şeyin olmayacağını söylerdim.

Cemaat sizce devleti ele geçirmek mi istiyordu?

Yönetime hâkim olmak istediler. Neden? Çünkü Türkiye için en iyisini, en güzelini kendilerinin yaptıklarına inanıyorlar. Diyorlar ki: Bizim yöntemimiz tek yöntem, dünyaya açılıyoruz, her şeyin en iyisi burada ve bunu engellemek ihanet... "Böyle güzel ve yararlı bir şeyi engellemeye çalışıyor AK Parti, bu nedenle ihanet ediyor" diye düşünüyorlar.

Hizmet'in kazanma şansı yok bitecek


Cemaat'i bitirecek mi hükümet?

Böyle söyleyince Hizmet'in içindekiler "Hizmet bitmez" diyorlar. Çoğu şu anda ne olup bittiğini bilmiyorlar tabii.

Peki, ne olup bitiyor?

Hükümet şu anda Hizmet Hareketi'ni bitirmek için tüm cephelerde çok ciddi savaş veriyor.

Kazanma şansı yok mu Cemaat'in?

Bana göre yok. Ama Cemaat'teki arkadaşlar, kendi davalarının en doğru olduğunu düşünüyorlar. "Peygamberlerin yolundan gidiyoruz" diyorlar. "Hz. İbrahim ateşe atılınca pes etti mi" diyorlar. "Hz. Musa firavuna pes etti mi" diyorlar. Mesela Zaman yazarı Ali Ünal Bey, Bülent Arınç'a cevap verirken "Müminler münafıklardan özür dilemez" diye yazdı. İnanç planında Hizmet'e bir şey olmayacağını düşünüyorlar. Oysa Hizmet Hareketi'nin karşısına kocaman bir dağ çıktı. Onlar hâlâ küçücük bir tümsekle karşı karşıya olduklarını düşünüyorlar. "Bizim otobüsümüzün altı bile değmez, devam edelim, bu tümseği geçeceğiz" diyorlar.

Sizce ne olur? Dağılır mı Cemaat?

 
http://zonimg.com/diger_resimler/2014/11/01/2014-11-01_11-02-90551.png
yazının fotoğrafı


 



29 Ekim 2014 Çarşamba

Adını Cumhur(iyet) koyduk - Oya Baydar

Bir 29 Ekim günü, Mustafa Kemal Ankara’da mütevazı bir binada göbeğini kesip adını koyduğundan bu yana 91 yıl geçmiş. Dört kuşak; altısı asker kökenli, ikisi askerî darbe lideri on iki cumhurbaşkanı; başarılarla, yenilgilerle, acılarla, sevinçlerle, çatışmalarla uzlaşmalarla, birlik özleyip, barış konuşup ayrılmalarla, bölünmelerle geçen 91 yıl...

Bir yarımız onu: 1923 Kemalist Cumhuriyet’i çok, giderek daha çok ve tutkulu sevdi,  kendini onun gerçek sahibi saydı. O kadar çok sevdi ki öteki yarımızla paylaşmak, tümümüzün sahiplenmesine izin vermek bile istemedi. Öteki yarımız ise sahiplenemediği çocuğu benimseyemedi, sevemedi.

Kimilerimiz adlarının başına T.C. rumuzu koyup, Cumhuriyet’i inanç nesnesi sayıp, birliğin simgesi olan bayrağı ötekilerin kafasına tehdit silahı olarak sallarken kimilerimiz o bayrağı yakmaya, parçalamaya, resmî binaların tabelalarındaki T.C.’yi silmeye kalkıştı; kimileri de benim bayrağım seninkinden daha büyük diyerek bayrak yarıştırdı.

Neden hepimizin cumhuriyeti olamadı?

1923 Cumhuriyeti; çok milletli, çok etnili, çok dinli bir imparatorluğun parçalanma sürecinde Türk unsurlara dayalı bir ulus devlet projesinin yönetim modeliydi. Dönemin dünya ve bölge koşullarının, coğrafyanın özelliklerinin, çağın ruhunun, devletler arası güçler dengesinin bütün izlerini, imkânlarını ve kısıtlarını taşıyordu. Misak-ı millî sınırları içinde çoğunluk nüfus kümesini meydana getiren, ancak ulus bilincine tam ulaşmamış Türk unsurları uluslaştırma ve yeni rejime (cumhuriyete) sahip kılma mücadelesiydi. Cumhuriyet’in, Mustafa Kemal’in devrimci liderliği altındaki taşıyıcı kadroları: Anadolu’yu Türkleştirme yolunda “mıntıka temizliği” ne 1910’ların ortasından itibaren başlamış olan İttihat Terakki kökenli asker-sivil bürokratlar, Batıcı ve Batılı laik elitlerdi; ilk dönemlerdeki kitlesi ise okumuş yazmış orta sınıf kent aydınları, Anadolu’da yüzyılların Sünni egemenliğine karşı laikliği sığınak olarak gören Aleviler, Sahil kesimlerinin Batı’ya yönelen sermaye sınıflarıydı. Mustafa Kemal’in ideolojik-kültürel zihniyet dünyasının (muasır Batı medeniyetine özlem, laik, pozitivist, aydınlanmacı dünya görüşü, vb.) damgasını taşıyan Türkiye Cumhuriyeti bu kadroların eseri olacak, sonraki dönemlerde asker-sivil cumhuriyet oligarşisiyle birlikte Batıcı cumhuriyetçi elitler ve destekçileri, kendilerini hep memleketin ve cumhuriyetin gerçek sahipleri, cahil halkı (yani öteki yarıyı) güdecek, eğitecek misyon sahibi  kurtarıcılar, ideolojik önderler olarak göreceklerdi.

1920’ler, 30’lar Anadolusu’nun henüz ne uluslaşmaya ne de cumhuriyete hazır olan, kapitalist pazara açılmamış, aşiret, töre, bey, ağa kıskacında içine kapalı yaşayan Müslüman muhafazakâr halk kesimleri, yoksul kitleler (ki nüfusun çoğunluğunu meydana getiriyorlardı) kendileri için ama çoğu zaman kendilerine rağmen ve zorlamayla uygulanan devrimci dönüşümlerin dışında kaldılar, kendilerine güdülecek sürüler olarak küçümsemeyle ya da acıyarak üstten bakan, değerlerini, inançlarını, kültürlerini küçümseyen, hizaya getirmeye çalışan cumhuriyet elitlerinden ve devrimlerinden uzaklaştılar.

Kemalist ideolojinin ışığında hayata geçen cumhuriyet projesi ve ulus inşaı süreci; cumhuriyet vatandaşı şablonuna uyum göstermeyen/gösteremeyen kesimleri asimile etmeye, tek tipleştirmeye, Türkleştirmeye, Cumhuriyet’in hizmetine sokmaya çalışırken kitlelerin ve siyasî mihrakların direnciyle karşılaştıkça baskıcı, otoriter, vesayetçi eğilimler ağır bastı. Geniş halk kesimleriyle Cumhuriyet kadroları ve değerleri arasında makas daha da açıldı.

Ne inkârcılık ne tapınma

Bugün 91 yaşındaki Cumhuriyet’i kendi siyasî- ideolojik konumlarımızdan değerlendirirken, toplumun içine itildiği çatışmacı ve cepheleştirici ortamda ne yazık ki inkârcılıkla tapınma arasında kalıyoruz. Oysa inkârcılık ve siyasî hasımlığın gerçekleri çarpıtan, karartan gözlükleriyle bakarsak dünü de bugünü de anlayamayız. Dünle hesaplaşıp bugünü soğukkanlılıkla, gerçekçilikle değerlendiremezsek bunca yıldır çözüleceğine dağ gibi büyüyen toplumsal-siyasal sorunlarımızla baş edemeyiz. En önemlisi de toplumumuzdaki yarılmayı, parçalanmayı, neredeyse cinnet haline varan karşılıklı husumeti engelleyemeyiz.

Kemalist Cumhuriyetin çok önemli kazanımlarını, Cumhuriyet Türkiyesi’nin bütün olumlu değerlerini benimsemek, derinleştirmek, güncellemek gerekiyor. Ama asıl mesele bu kazanımları, bu değerleri toplumun bütününe yaygınlaştırabilmek, toplumun bir bölümünün kazanımları olmaktan çıkarıp “benim cumhuriyetim”i “bizim cumhuriyetimiz” kılmak. Başarılamayan buydu: çünkü geniş halk kesimlerinin kültürleri, değerleri, inançları, kimlikleri, varlıkları otoriterlikle, vesayetçilikle, asimilasyonist baskılarla, tekleştirme/Türkleştirme zorlamalarıyla, toplumsal yapıyı hesaba katmayan pozitivist ve baskıcı bir laiklik anlayışıyla bastırılıp yok edilmeye; mozaik değil mermer bir toplum yaratılmaya çalışıldı. Ve tabii geri tepti.

1920’lerin, 30’ların koşullarında, ulus devletin kuruluş sürecinde, o çağın dünyasında başka türlüsü mümkün müydü? Düşünmek, tartışmak gereken önemli bir soru; ama en azından II. Dünya Savaşı sonrasında, 1950’ler dünyasının ve Türkiye’sinin koşullarında pekâlâ mümkündü. Bir ayağı Kemalist toplum projesine sıkı sıkıya basan tekçi devlet ideolojisi; asker-sivil bürokratik oligarşinin darbeci vesayetçi tutuculuğu, kendilerini halkın üstünde, ülkenin tek sahibi sayan/sanan Cumhuriyet seçkinlerinin ideolojik egemenliği 23 Cumhuriyeti’nin demokratik cumhuriyete dönüşmesini, başka bir deyişle devletin demokratikleşmesini engelledi.

Demokratik cumhuriyet umudu yok mu?

Yıllar geçiyor, çağın ruhu, dünya ve dünya ile birlikte Türkiye de değişiyordu. 1950’lere doğru toplum kabuklarını kırmaya, dipten gelen dalgalar 23 Cumhuriyeti’nin imtiyazlı siyasal sınıfını sarsmaya başlamıştı. Çok partili sisteme geçilmesiyle birlikte ilk seçimlerde Demokrat Parti’nin iktidara gelişi, asker-sivil oligarşi ve destekçileri açısından “karşı devrim”di. Nitekim 27 Mayıs 1960’ta “Yeter! Söz milletindir” diye iktidara gelen Demokrat Parti Hükümeti geleneksel iktidar sahipleri tarafından darbe ile alaşağı edildi.
devamını okumak için tıklayınız


27 Ekim 2014 Pazartesi

100 yıl önce bugün yaptığımız yoksullaşma seçimi - Akdoğan Özkan

Türkiye bundan 100 yıl önce bugün, yani 27 Ekim 1914’te, bulunduğumuz coğrafyada dramatik etkileri hâlâ hissedilen I. Dünya Savaşı’na girdi. Öyle müdafî bir pozisyon alarak falan da girmedi harbe! Basbayağı mütecaviz bir tutumdu bizimkisi.

Osmanlı donanması ortada kendisine yönelik herhangi bir saldırı veya işgal yokken, 26 Ekim’de Odessa, Sivastopol, Feodosiya ve Novorossisk gibi Rus limanlarını ve oralardaki Rus donanma gemilerini bombalama emrini aldı. Savaş gemilerimiz 27 Ekim 1914 tarihinde “tatbikat” gerekçesiyle Haydarpaşa Limanı’ndan ayrılarak Karadeniz’e açıldı. Ve iki gün sonra da, yani 29 Ekim 1914’te yukarıda saydığım Rus limanlarını bombaladı.

2 Kasım’da Rusya, bir kaç gün sonra da İngiltere ve Fransa Osmanlı’ya savaş ilan etti. Ama tabii biz, savaşa ya yedi düvelin saldırı ve işgallerine maruz bırakıldığımız için ya da bir adamın (Enver Paşa’nın) bütün bir ülkeyi peşinden sürükleyen maceracı adımlarından ötürü girdiğimize inandırıldığımız için ortada muhasebesi yapılacak, hataları ayıklanacak bir dönem görmeyiz.

Zaten biz tarih okumasına “Kurtuluş Savaşı” ve sonrasından başlarız. O okuma da bizi getire getire, “ayağına giyecek çarığı bile olmayan çok fakir insanların ülkesiydik, yurdu düşmanlardan temizleyip kalkınma hamlelerine giriştik” falan gibi bir noktaya getirmiştir.

devamını okumak için tıklayınız


21 Ekim 2014 Salı

Yolsuzluklar ve yurttaş haysiyeti AHMET İNSEL - 21/10/2014

Michael Hardt ve Antonio Negri, Declaration başlığı taşıyan ve 2012’de yayımlanan kitapçıklarına alt başlık olarak Bu bir manifesto değildir ifadesini seçmişler. Kitapçıkta içinde bulunduğumuz krizin dört öznellik figürünü ele alıyorlar. Bunlar, borçluluk, medyalaşmak, güvenlilik ve temsil edilir olmak.Medya ve özellikle yeni sosyal medya üzerinden siyasallaşma ve toplumsallaşma çabalarıyla ilgili olarak şöyle bir tespitte bulunuyorlar: “Önemli olsa da, haber/bilgi aktarmaya dayalı siyasal projeler kolaylıkla hayal kırıcı olabilirler. Eğer ABD yurttaşları hükümetlerinin nasıl davrandıklarını, hangi ağır suçları işlediklerini gerçekten bilseler, ayaklanacakları ve hükümeti devirecekleri düşününebilir. Ancak, gerçekte, bütün ABD yurttaşları Noam Chomsky’nin kitaplarını ve internette yayılmış olan bütün WikiLeaks dokümanlarını okusalar da, aynı siyasetçilere oy verecekleri ve bugünküyle hemen hemen aynı bir toplum üretecekleri muhakkaktır. Bilgi yeterli değil. Aynı şey ideoloji eleştirisi için de geçerli. (...) Kamu alanında bir iletişim eylemliği alanı açmak da kendi başına yeterli değil”.
Eğer doğru ise, bu tespitten hareket ederek varılacak sonuç, tüm alternatif haber, bilgi üretimi faaliyetlerine son verip, iktidarın ve büyük güçlerin bilgi üretimine ve doğrular rejimine meydanı boş bırakmak değildir elbette. Hardt ve Negri de, bu doğru bilgi, alternatif bilgi üretme ve yayma faaliyetinin yanlış olduğunu iddia etmiyorlar. Dikkat çekmek istedikleri nokta, sadece bunun yeterli olmadığı.
Bu tespitten hareketle, günümüz Türkiye’sine bakalım. Hükümet, bazı bakanlar ve çevresiyle ilgili yolsuzluk iddialarının soruşturulmaması kararını aldırtmayı başardı. Bunun son aşaması, meclise gelen bakanlarla ilgili savcılık soruşturma dosyalarını inceleyecek komisyonunun da, Yeni Türkiye savcılığının aldığı soruşturmaya gerek yoktur kararına uygun bir karar vermesi olacak.
Yeni Türkiye savcılığı, 25 Aralık soruşturmalarının yok hükmünde olduğunu ilan ettikten sonra, artık tüm belgeleri neredeyse kamuya mal olmuş 17 Aralık soruşturmasında da soruşturmaya gerek olmadığı kararı verdiğinde, medyasıyla, seçmeniyle, STK’ları, üniversitesi ve iş dünyasıyla bir bütün olarak AKP toplumundan herhangi bir tepki gelmedi. Bir çatlak ses çıkmadı. “Yahu, durun biraz fazla olmadı mı?” sorusu bile sorulmadı. Örneğin, yakın tarihe kadar yolsuzluklar konusundaki çalışmalarıyla maruf TESEV gibi bir kurumun başındaki insanlardan en azından, “yok bu kadarı fazla” türünden bir tepki gelmedi. Buna karşılık, AKP medyasından sevinç çığlıkları da atılmadı. “Hak yerini buldu, bakanlar ve yakın çevreleri aklandılar” türünden bir güçlü tepki de duymadık. Her şeyin bilindiği, ama bunun böyle olması lazım geldiğine dayalı bir genel ve sessiz mutabakatla yola devam etmeye “AK toplum” kararlı.
“Yolsuzlukla kararlılıkla mücadele edilmiştir, bundan sonra da kararlılıkla mücadele edilecektir” iddiasıyla yola çıkan Davutoğlu hükümeti döneminde, bu konuda elle tutulur ilk somut icraat “soruşturmaya gerek yoktur” kararının alınması oldu. 17 ve 25 Aralık soruşturmalarının hükümette panik yarattığı Ocak 2014 başında Davutoğlu, “etik kaygılardan soyutlanmış bir siyaset her şeyini kaybeder” iddiasında bulunmuştu. Daha sonra, Mart 2014 seçimlerinden bir hafta önce, “yolsuzluklar konusunda verilmeyecek hesabımız yok” demişti. Genel başkan seçildiği AKP kongresinde, “yolsuzluk yapanların gerekirse ellerini kırarız” diye esip gürlemişti. Gerçi, el kırmak medeni bir ceza kanununda yer alan bir cezalandırma yöntemi değildir ama hiç olmazsa cezalandırmaktan bahsediyordu. Daha sonra, Bingöl saldırısını failleri olduğu iddia edilen kişilerin polis tarafından “iki saat sonra nasıl cezalandırdığını” kıvançla aktarınca, Davutoğlu’nun suç ve ceza konularında medeniyet eşiğinin ancak bu seviyede olduğu ortaya çıktı. Halbuki kimse yolsuzluk yaptıkları konusunda ortada çok güçlü karineler olan kişilerin ellerinin kırılmasını veya Bingöl’deki gibi cezalandırılmalarını talep etmiyordu. Mahkemede yargılanmalarını, zanlıların kendilerini savunmalarını, gerekirse sivil toplumdan ilgili kişi ve kuruluşların müdahil olmasını ve söz konusu yolsuzluk iddialarının gerçekten aydınlığa kavuşmasını talep ediyordu. Şimdi sadece zanlılar değil, bütün hükümet ve iktidar partisi yolsuzluklar konusunda hesap vermekten kaçtığı damgasını taşıyor ve taşımaya devam edecek.
Taşı sadece gölge başbakana atmak haksızlık olur.
...
devamını okumak için tıklayınız



10 Ekim 2014 Cuma

Hükümetin hataları, HDP'nin hataları - ORAL ÇALIŞLAR - 10/10/2014

Türkiye, bir günün içinde; son yılların en vahşi sokak gösterilerine sahne oldu. Tablonun bu hale gelmesinde; hükümetin de HDP'nin hatalarının olduğu açık. Tabii, şunu ekleyelim: Bizim "hata" dediğimiz şeylerin bazıları, "stratejik tercihler" olabilir.
Kriz iyi yönetilemedi... Uzun süredir, PKK'dan gelen, "çözüm sürecinin bittiği" yönündeki mesajların; sık sık tekrarlandığı bir gerginliğin içine girmiştik,.

HDP'ye yakın duran ve ağırlıklı olarak Türk solu kökenli kesimlerce dillendirilen, "çözüm bitmiştir" havası; Kürt hareketinin psikolojisini etkiliyor. Çok değişik çevrelerden bir rüzgar gibi esmeyi sürdüren "Hükümete teslim oldunuz" psikolojik baskısı; Kürt hareketi üstünde, özellikle son dönemde, yoğunluk kazanıyor. Belki bu bağlamda; genç kuşak seküler Kürtlerin talep ve özlemlerini de, ayrıca değerlendirmek gerekiyor.

Tabii şunları da görmekte yarar var: HDP yöneticileri; Kobani krizinden önce de, sonra da, hükümet yetkilileriyle sık sık görüştüler. Hükümet ile HDP arasında (Başbakan'ı da kapsayan) bir diyalog vardı. İki taraf da, görüşmelerden memnun oldukları yönünde mesajlar veriyorlardı.

Aynı şekilde, Öcalan, son yaptığı açıklamalardan birisinde; "çözüme çok yakınız" mesajını vermişti. Bu, son zamanların, en ileri değerlendirmelerindendi. Öcalan; Bakanlar Kurulu'nun bir hükümet kararı haline getirdiği çözüme ilişkin son adımı da, olumlu buluyordu.

Uygulamalar açısından bakıldığında, umutlu sayılabilecek adımlar devam ediyor, grafik yükseliyordu. Fakat, aynı analizi "üslup" veya "söylem" düzeyinde yapmak, çok kolay değildi. İki taraf da; zaman zaman, tansiyonun aniden şiddetle yükselmesine yol açan bir dile yönelebiliyordu.
IŞİD-TÜRKİYE İLİŞKİSİ İDDİASI
Kobani, işte bu tablonun üzerine geldi. PKK, "Kobani'deki kuşatmayı Türkiye'nin kışkırttığını" öne süren iddialarda bulundu. Bu hava, Kürtlerin önemli bir kısmı arasında yaygınlaştı. AK Parti'ye öfke duyan çeşitli çevreler; "Türkiye IŞİD'le işbirliği yapıyor" iddiasını, Batı medyasının bir kesimiyle yoğun bir alışveriş içinde yaygınlaştırıp, bir "algı mühendisliği" yaptılar. Kürtlerin Kobani'deki gelişmelerden kaynaklanan öfkesi; bu değerlendirmelerle birlikte, iyice tepkisel bir ruh haline dönüştü.

Kobani'nin düşme tehlikesinin arttığı oranda; "Türkiye IŞİD'le işbirliği içinde" söylemi de, paralel bir şekilde yükseliyor. Bu ruh halinin, bir çatışma ortamını kışkırtacağı belliydi.

Sonunda, olanlar oldu. Türkiye, bir günün içinde; son yılların en vahşi sokak gösterilerine sahne oldu. Can kayıplarının ötesinde; toplum, manevi olarak da, yeni bir bölünme gerilimiyle yüz yüze geldi.

Tablonun bu hale gelmesinde; hükümetin de, bir yasal parti olarak HDP'nin de ciddi hatalarının olduğu açık. Tabii, şunu da ekleyelim: Bizim "hata" olarak tanımladığımız şeylerin bazıları, "bilinçli stratejik tercihler" olabilir.
HÜKÜMETİN HATALARI
1.Kobani'deki kritik olayların, Kürtler üzerinde yarattığı travmanın derinliği, tam anlamıyla kavranamadı.

2. "PYD ve PKK terör örgütüdür", "IŞİD de PKK da teröristtir" söylemi; zaten gergin olan gelişmelerin, daha da gerilmesini tetikledi. IŞİD, bütün bölgeyi tehdit eden bir örgüt. PKK ise, şu anda; Türkiye'nin lideriyle barışı gerçekleştirmek üzerine, görüşmeler yürüttüğü bir yapılanma. Şu koşullarda; "PKK teröristtir" söylemi ile, ne hedeflenmiş olabilir?

3. Direniş sürerken, "Kobani düştü, düşüyor" ifadesi de; gerilim içindeki Kürtleri, iyice öfkelendirdi.

4. Hükümet, zaman zaman "Kobani'ye elimizden gelen her desteği yaparız" şeklinde olumlu açıklamalarda bulunsa da; somut bir adım atamadı, inandırıcılığını yükseltemedi. Gerilim psikolojisini düşürebilecek bir dil adına, gerekli özen gösterilmedi.

5.Olaylar patlak verdikten sonra, yapılan "misliyle karşılık veririz" açıklaması da, polisin gösterilere yönelik uyguladığı geleneksel aşırı şiddet de olumsuz sonuçlar doğurdu.

6. Çözüm süreci için olsun, Kobani'deki durum için olsun, hükümetin diğer siyasi aktörleri (CHP ve MHP) bilgilendiren, onların katkılarını talep eden bir diyalog süreci içine girmesi önemliydi.
HDP'NİN HATALARI
1. Kobani nedeniyle gerilim dozu iyice yükselmiş bir kitleyi sokağa çağırmak, bir kırılma noktasıydı. Ne yapacağı ve nerede duracağı belli olmayan bir kitle şiddeti, ortalığı yakıp yıktı. Bu bir öngörü hatası olarak da görülebilir. Başka bir açıdan bakıldığında, hükümeti cezalandırma amacını da içermiş olabilir. Sonuç, yapılan en azından bir öngörü hatası sayılabilir.

2. HDP yetkilileri; Hükümet'le bu konuları defalarca konuştukları ve hükümetin tutumunu bildikleri halde; "Türkiye IŞİD'le işbirliği yapıyor" algısının oluşmasına destek veren dilden geri durmadılar. Hatta bu algıyı körüklediler.

3. "Türkiye, Kobani'ye yardım etsin" çağrısını yaparken; nasıl bir yardım yapılabileceğine ilişkin somut öneriler getirmek yerine, "Kobani düşerse çözüm süreci biter" tehdidini kulanmayı tercih ettiler.
4. Meydana gelen olaylardan sonra, hiç sorumluluk üstlenmeden suçu "bir takım provakatörler"in kötülüğüne havale etmek inandırıcı olmadı.

devamını okumak için tıklayınız


8 Ekim 2014 Çarşamba

Biden`in Gaflı Konuşmasından Öğrendiğimiz 6 Şey - CENK SİDAR

Türkiye kamuoyu Biden`in Harvard konuşmasını Erdoğan`dan özür dilediği konuşma olarak ele aldıysa da konuşmanın içerik ve bize öğrettikleri ülke için kritik.
ABD Başkan Yardımcısı Joseph (Joe) Biden`in 2 Ekim tarihinde Harvard Üniversitesinde Türkiye`yi Suriye`deki terörist yapılara destek vermekle itham ettiği konuşmadan hemen sonra özür dilemesi önemli bir gelişmeydi. Keza bu ifadeler sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP Hükümetini değil, Türkiye Cumhuriyeti devletini de zan altında bırakıyordu. Bu ifadeler nedeniyle özür dilemesi iki müttefik arasında hem diplomatik bir nezaket, hem de ABD`nin Türkiye`nin işbirliğine en çok ihtiyacı olan mevcut konjonktürde pragmatik bir gereklilikti.

Peki Biden neden özür diledi? Düşüncelerinin gerçeği/mevcut algıyıyansıtmadığından mı, yoksa samimi düşüncelerini çekinmeden ifade ettiği için mi? İlk olasılığının gerçek olması durumunda yalan söyleyen bir ABD Başkan Yardımcısının Amerikan kamuoyundan gelecek muhtemel baskıya rağmen görevine devam etmesi mümkün değildi. Biden düşüncelerini “açıkça” ifade ettiği, “söylememesi gerekenleri” söylediği için özür diledi. Bu durumda bu konuşmanın içeriğini daha yakından irdelememiz gerekiyor. Türkiye kamuoyu ve dünya bu konuşmadan neyi öğrendi, neyi teyid etti?

1- Türkiye Washington`da bölgedeki istikrarsızlığın ana nedenlerinden biri olarak algılanıyor. Dış politikayı çeşitli kaynaklardan izleyen ve jeopolitik gelişmeleri yorumlayanlar zaten bu algının varlığının epeydir farkındaydı. Hükümetin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan`ın gazabına uğrayan New York Times, Washington Post, Wall Street Journal ve diğer yabancı basının bu minvaldeki yorum ve detaylı haberlerini uzun zamandır okuyorduk. Fakat Amerikan devletinin en tepesinden bu doğrultuda bir açıklamanın yapılması bu algının ne denli güçlü olduğunun bir göstergesi ve teyidi oldu. Özür dilenmesi “Türkiye`nin Esad`ı devirmek hedefiyle teröre destek vererek IŞİD belasını yaratan bir ülke olarak” değerlendirildiği algısını değiştirmiyor. Konuşmanın kayıtlarını izleyince Biden`in bu ifadeleri samimi bir şekilde kullandığını görüyoruz. Bu algının Biden`la sınırlı olduğunu düşünmek yanlış olur. Çünkü Biden sıradan bir kişi değil. Dünyanın en etkili çalışan, en büyük ve en örgütlü istihbarat sistemine sahip süper gücünün başkan yardımcısı. Bu istihbarat mekanizmasının liderleri ve dış politika uzmanları her gün Biden`a resmi briefing`ler sunar, ulusal ve küresel güvenliği ilgilendiren meselelerde bilgilendirmeler yapar. Anayasa uyarınca ABD Başkan Yardımcıları Başkanın sahip olduğu tüm istihbarata sahiptir. Başkan için günlük olarak hazırlanan "President`s Daily Brief" "Başkanın Günlük Bilgilendirmesini” de okur. Görevdeki Başkan görevini yapamaz duruma gelir yahut hayatını kaybederse Başkanlık görevini üstlenirler. Yani Biden`in bu konudaki ifadeleri en aşağıdan en yukarıya Amerikan ortak devlet aklının bir tezahürü olarak görülmeli ve bu şekilde değerlendirilmelidir.

2- Türkiye`nin bölgedeki önceliği IŞİD değil, Esad Rejimi: Ne Washington ne de başka bir Başkent Türkiye`nin bölgede terör ve istikrarsızlıktan fayda sağladığını/sağlayacağını iddia edemez. AKP Hükümetinin salt istikrarsızlığı artırmak amacıyla terörle ilişkili örgütlere destek vermesi de kesinlikle haksız bir suçlama olur. Burada problem Hükümetin yanlış hesap ve öngörüsüzlükle bölgedeki ne idüğü belirsiz grupları ve fraksiyonları destekleyerek bir canavarın ortaya çıkmasına dolaylı olarak neden olmasıdır. Eleştirilecek ana unsur ise bu öngörüsüzlük, yanlış hesap ve hataların Esad rejiminin devrilmesinin bölgede ana öncelik olarak belirlenmiş olmasından ötürü yapılması. Esad kendi yurttaşlarını gözünü kırpmadan öldürmekten çekinmeyen eli kanlı bir diktatör. Esad`ın alternatifi olmaması ve ülkenin demografik yapısı nedeniyle Batı Esad`ın devrilmesi konusunda isteksiz/yavaşdavranırken, Erdoğan ve Davutoğlu daha önce yaptıkları açıklamaların iç siyasette kendilerine maliyet çıkarabilmesinden ötürü Esad`ın devrilmesini neredeyse kişisel bir mesele haline getirdiler. Durum bugün de aynen devam ediyor. Başbakan Davutoğlu`nun 5 Ekim tarihinde CNN International`da yayımlanan Christiane Amanpour ile yaptığı televizyon mülakatında Türkiye`nin IŞİD ile mücadeleye Esad rejiminin de hedeflenmesi şartıyla katılacağını söylemesi bu iddiayı doğruluyor. Türkiye`nin hemen yanı başında, Kobani(Ayn-Al-Arab)bölgesinde bir insanlık katliamı yaşanma ihtimali ufukta belirmişken, Davutoğlu ve Erdoğan`ın hala Esad faktörünü devreye sokup fırsatçı bir üslup takınmaları ülke için üzüntü verici bir durum.

3- Erdoğan yapılan dış politika yanlışlarının farkında (mı?): Biden konuşmasında net bir şekilde Erdoğan`ın hatalarının farkında olarak kendisine “siz haklıydınız, çok fazla insanın (Suriye’ye) geçişine izin verdik, şimdi sınırı mühürlemeye çalışıyoruz"dediğini iddia etti. Biden bu ifadesinden ötürü de özür dilemedi. Özür dilemesinin nedeni ilk maddede ele aldığımız “Türkiye teröre destek veriyor” açıklamasının uluorta yapılması ve “Türkiye bunu bilinçli olarak yaptı” şeklinde algılanmasıydı. Erdoğan`ın dış politikada yaptığı hataları kabul edip etmediği konusunda iki liderin birbiriyle çelişen açıklamaları var. Yani bu durumda ya Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan ya da ABD Başkan Yardımcısı Biden doğruyu söylemiyor. İki ihtimal de ABD-Türkiye ilişkilerinin geleceği için endişe verici.

devamı için tıklayınız










PKK'nın Suriye krizi - Taha Özhan

Suriye krizinde Kürtlerin rolünün ne olacağı sorusuna verilen cevaplarda iki perspektif çok yaygın. Birincisi Türkiye'de Kürt meselesinin çözümü ve PKK'nın silahsızlandırılmasını salt güvenlikçi perspektifle ele alan kesimlerin, sınırın öte yanında, görünen ilk kerpiç binaya asılan bayrakla 'Suriye'de PKK devleti' kuruldu feryatları. Bu yaklaşımın, yıllarca duyduğumuz Kemalist ezberleri tekrarlamasının yanında, 1990'larda PKK ile mücadele ederken sürekli halka ve sivil iktidara vesayet faturası çıkaran askeri odakların, Kürt meselesine yaklaşımlarının 2010'lar versiyonu olarak var karşımızda.
İkinci okuma ise yine PKK merkezli analizleri abartıp bütün Ortadoğu jeopolitiğini PKK çarpanına bağlayan bir yaklaşım. Suriye'de, isyanı başlatan, isyan ederken de herkesten çok daha iyi başına neler geleceğini bilen, yüzbinlerce canla bedelini ödeyen Suriye devrimini neredeyse görmeyip, PKK'nın Suriye'nin kuzeyinde bir iki kasabada Baas'ın işine de yarayacak birkaç eylem yapmasından 'Rojava devrimi' çıkarmak!

Her iki yaklaşım, asırlık 'Sykes-Picot korkuları ve rüyalarına' denk gelmektedir. Her iki pozisyon da aslında farkında olmadan yüzyıllık statükonun farklı şekilde nöbetini tutmaya devam arzusundalar. Oysa yukarıdaki iki pozisyona düşmeden de Suriye'de Kürt varlığını ele almak mümkün. Sykes-Picot düzeniyle 'bin-xet'te kalan Kürtlere tabii olarak en fazla ilgili olması gereken yer Türkiye'dir. Lakin kendi Kürdüyle, Sykes-Picot'tan nöbetine düşen pay miktarınca yıllarca kavgayı sürdüren Türkiye; şimdi bir çözüm ve barış sürecinden geçiyor. Suriye'deki Kürtlerle ilişkiler son yıllarda mevcut sınırları anlamsız kılacak ölçüde normalleşti.

Kürt yabancılaşması 
Beklenen, Suriye'de canları pahasına isyan edenlere ilk omuzu, yıllardır hakları gasp edilmiş Kürtlerin vermesiydi. Böyle olmadı. PKK'nın, 1999 sonrası yaşadığı çarpık uluslararasılaşma sürecinin oluşturduğu denklemler, Suriye'de pasif bir Şebbiha (bazen de aktif) rolü üstlenmesi sonucunu doğurdu. Bu Kürtlere yapılabilecek en büyük kötülüktü. PKK-PYD marifeti ve bölgede Irak işgaliyle başlayan Arap milliyetçiliğinin de desteğiyle son birkaç yıldır yaşanan 'Kürt yabancılaşması' derinleşmiş oldu.
Bugün geldiğimiz nokta itibariyle, Türkiye, Suriye'deki Kürtler için, Suriye'de 'PKK devleti' veya 'Rojava devrimi' ilan eden 'korku ve rüyaların' ötesinde politika geliştirmesi en hayırlı seçenek durumundadır. Böylesi bir politika Suriye'deki bütün Kürtleri Sykes-Picot'yu aşacak şekilde kucaklamak anlamına gelmelidir. Suriye'de Arapları, Türkmenleri ve hatta Kürtleri bile karşısına alan PKK'nın 'kurtarılmış bölge' saplantısından kolayca kurtulmasını beklemek naifliktir.
Suriye'de bugünlerde, Halep'in güneyinde ve güney batısında Baas rejimiyle yoğun çatışmalar devam ederken, özellikle Han Asal'ın ele geçirilmesi sonrası PYD'nin hareketlenmesini Suriye içerisinde hiç kimse 'Rojava devrimi' olarak okumamaktadır. Kaldı ki, geçmişte, 153. Tugay muhalifler tarafından ele geçirildiğinde, PYD-Baas işbirliğine dair şehir efsanelerini somutlaştıracak onlarca delil ortaya da çıkmıştı.

devamını okumak için tıklayınız



30 Eylül 2014 Salı

IŞİD Mahmur'un acılarını depreştirdi - FEHİM TAŞTEKİN

İlk durağım, bağrında yılan ve akrepten başka bir şeyi barındırmayan dağın eteğine kurulu Mahmur Kampı... Peşmerge ve PKK'lilerin birlikte nöbet tuttuğu kontrol noktaları, sağda Öcalan'ın portresinin asıldığı güvenlik kulübesi, solda terk edilmiş BM ofisi...
Türkiye’de barış süreciyle PKK’nin silahsızlanması tartışması yapıladursun Ortadoğu’daki gelişmeler örgüte hem siyasal hem askeri alanda genişleme fırsatları sunuyor. Kürtlerin Rojava (Batı [Kürdistan]) diye andığı Suriye’nin kuzeyi, Abdullah Öcalan’ın demokratik özerklik projesi için uygulama alanına dönüşürken Irak Şam İslam Devleti’nin (IŞİD) Irak Kürdistan Bölgesi’ne, Kürtlerin deyimiyle Başur’a yönelik saldırıları PKK’ye geniş bir alan açtı. Ezidilerin tarihi vatanı Şengal’den Kerkük’e, Türkiye’den göç etmek zorunda kalan Kürtlerin yaşadığı Mahmur’dan Türkmenlerin kasabaları Taze Hurmatu, Beşir ve Tuz Hurmatu’ya kadar geniş bir alanda PKK’nin silahlı kanadı Halk Savunma Güçleri (HPG) kontrol noktalarında peşmergeye eşlik etmeye başladı. Sahadaki yeni durumu anlamak için gittiğim Erbil’de Şengal’in düşüşünün ardından IŞİD’ın yaklaştığı kentte yaşanan kaçış ve partilerin çağrısıyla Kandil’den gelen PKK’lilerin caddelerde tur atıp halka nasıl moral verdiğine dair hikâyeleri dinledikten sonra güneye açıldım. İlk durağım 17 Eylül’de Arap ve Kürtlerin birlikte yaşadığı Mahmur ilçesinin yanında bağrında yılan ve akrepten başka bir şeyi barındırmayan dağın eteğine kurulmuş Mahmur Kampı oldu. Peşmerge ve PKK’lilerin birlikte nöbet tuttuğu kontrol noktalarını geçip vardığımız kampın girişinde HPG yazısının yer aldığı bir bariyer, sağda Öcalan’ın portresinin asıldığı güvenlik kulübesi, solda terk edilmiş BM ofisi.

BİTMEYEN KÂBUS: 1993-1994
Az ileride bir sokakta bir insanın kaçarken taşıyabileceği ev eşyasıyla yüklü bir kamyon sırayla toprak ve taştan yapılma evlerin önünde durup yükünü indiriyordu. Yaşlı bir kadın 6 Ağustos’ta IŞİD’ın kampa girişini, insanların tahliyesini ve ardından PKK’nin takviye güç göndermesiyle kampın geri alınışını anlatmaya başladı. Kürtçe konuşuyordu. Türkiye’den geldiğimi öğrenince sustu, sırtını dönüp uzaklaştı, tekrar dönüp teatral bir gösteri sunar gibi öfke ve kahırla geçmişin melanetini önüme döktü: “Asker geldi, elbiselerimizi çıkarttırdı, bir pijamayla kaldım. Bizi köy meydanında topladılar. Komutan hakaret etti, tehdit etti, ‘Teröristlere ekmek vermeyeceksiniz’ dedi. Sonra yine geldiler, dövdüler. (Elindeki su şişesini göğsüne bastırarak-FT) Silahı aha böyle dayadılar. O zaman anladım ki Kürt olduğumuz için bunlar başımıza geliyor. 1993’te tanklar geldi, köyü bombaladı, evler yıkıldı. Toplandık, gitmeye karar verdik. Kamptan kampa sürüldük. İşte bu çöle geldik. Yılanlar, akrepler çocuklarımızı bizden aldı!”

Bu anıların sahibi Narınç Kaya. Roboski’nin Hilal köyünden. Kaç yaşında olduğunu bilmese de anıları dipdiri ve yakıcı.

TAKVİM 1993’TE TAKILI KALMIŞ
Kampta zaman durmuş, takvim sanki hala Şırnak’taki köy yakma olayları nedeniyle insanların evlerini terk edip güney geçtiği 1993 yılını gösteriyor. Çölden farksız olan Mahmur’a gelinceye kadar 7 kez yer değiştirmek zorunda kalan Mahmur sakinlerinin sürgün anıları IŞİD’ın yaşattığı geçici sekizinci sürgünle depreşmiş. Aracında Şivan Perver dinlediği için dövülen ve Kürtçe kasetleri kırılan , ‘Elimden gelse Kürtçe konuşamayasın diye senin dilini de bağlarım’ diye tehdit edilen, işkence gören ve sonunda evleri yakılan insanların hikâyeleri… “Artık Kürtçe yasak değil, ortam değişti” yönündeki hatırlatmaların da karşılığı yok. 6 yaşındayken ailesiyle birlikte köyünü terk ettikten sonraki günleri “Neh Dare’ye vardığımızda çok soğuktu, kar yağıyordu, titriyordum, o geceyi unutamam. 4 ay dışarda kaldık. Çevre köylerden naylonlar toplandı, çadır yapıldı” diye anımsayan Şırnaklı Fatma İzer için 2011’de tekerrür eden tarih Mahmur’daki takvimin neden 1993’te takılı kaldığını izah ediyor: “Kim dönmek istemez? Zaten 2011’de bir kere döndük. Yine cezalandırıldık. Barış Grubu olarak Bakur’a (Kuzey Kürdistan) gittiğimizde herkese dava açıldı. Bana yasadışı örgüt üyeliğinden 7.5 yıl ceza kesildi. İlk giden 5 kişi tutuklandığı için diğerleri duruşmaya katılmadı. Ben de katılmayıp tekrar Mahmur’a göndüm.”

Peki, tekrar bir girişim olursa yine barış grubunda yer alıp almayacağı sorusu üzerine İzer, Mahmur’da 450 kişinin katılımıyla iki yılda bir yapılan halk konferansının dönüş şartlarını anımsattı: “Önderliğin (Öcalan) özgürlüğü, Kürt halkının siyasi ve kültürel kimliğinin tanınması, anadilde eğitim, yerel yönetimler özerklik şartının kabul edilmesi, koruculuk ve JİTEM gibi özel savaş birimlerinin lağvedilmesi, halkın zararının tazmin edilmesi. Siyasi güvence olarak sınır ihlali ya da örgüt üyeliği nedeniyle yargılanmama garantisi verilmeli... Ayrıca dönersek toplu kalmak istiyoruz.”


IŞİD’A KARŞI ÖZ SAVUNMA GÜCÜ
Mahmur sakinlerinin 20 yıllık acısını daha da acı kılan IŞİD’ın Türkiye tarafından desteklendiğine inanıyor olmaları. 40 gün önce IŞİD’ın gelişiyle boşaltılan kampa geri dönüşlerle durum sükûnete kavuşmuş gözükse de kampı çeviren stratejik noktalarda HPG tetikte. Mahmur Kampı Dış İlişkiler Komitesi Üyesi Polat Bozan, IŞİD’ın gelişiyle yaşananları ve mevcut durumu anlattı:

“Mahmur ilçesinde Kürdistan Demokrat Parti’nin (KDP) peşmergeleri vardı. Daha IŞİD gelmeden ortak savunma önerdik ama dinlemediler. IŞİD gelince de çekip gittiler. Silahları bize bırakmalarını istedik, vermediler. İlçe sakinleri zaten bir hafta önce gitmişti. Guver de IŞİD’ın eline geçince, Mahmur Kampı’nın arkadan çevrilme riski belirdi. Bu yüzden halkı tahliye ettik; 12 bin insanı araçlarla 2.5 saatte taşıdık. Yurtsever insanlar Erbil’den araçlarla gelip tahliyeye katıldı. Halkı Erbil, Ranya ve Haciva’ya götürdük. IŞİD ilçeye girdikten iki gün sonra buraya sızdı. Saldırı sırasında Sterk tv muhabiri Deniz Fırat öldü, 3 kişi yaralandı. Bir gün sonra HPG’nin takviye gücüyle birlikte kampı geri aldık. Gerillanın gelişi peşmergeye moral verdi. Önce Kürdistan Yurtseverler Birliği’nin (KYB) özel güçleri, ardından KDP güçleri geldi. Böylece ilçe de geri alındı. Şu an biz de Rojava’daki Halk Savunma Birlikleri (YPG) gibi örgütleniyoruz. Kampta 300 kişilik öz savunma gücü oluşturduk. HPG ise dağlık alanda savunma hatları oluşturdu.”
devamı için tıklayınız