22 Kasım 2014 Cumartesi

Dindarların imajını düzeltebilecek tek adamın çektikleri - EZGİ BAŞARAN - 22/11/2014

Gezi hatırasıyla bir noktada buluşulabilirdi. Tüm baskılara rağmen yalan söylemeyen din adamının hakkı teslim edilebilirdi. Hazır özürlerden söz açılmışken mesela bu müezzinden özür dilenebilirdi.
Ne çektirdiler bu müezzine, ne çektirdiler…
6 saat aralıksız savcının sorgu odasında mı bunaltmadılar, Beşiktaş’taki yerinden edip Kayabaşı Köyü’ne sürgün mü etmediler…
O vakitler Başbakan’ın kendisi tarafından hedefe mi konmadı, “Ben din adamıyım, yalan söyleyemem” demesine rağmen illa ki “Camide içki içtiler” desin mi istenmedi…
Neler ettiler, neler…

19 Kasım 2014 Çarşamba

Çözümsüz çözüm projeleri - Altan Tan 19 Kasım 2014

1071yılında Hıristiyan Bizanslılarla Müslüman Selçuklular arasındaki Malazgirt Savaşı’nda Türk Selçuklu Sultanı Alparslan’ı onbin askerle destekleyen Kürt Mervanilerden bu yana Türk-Kürt ilişkilerinin tarihi bin yıla yaklaşıyor.

Yaklaşık bin yıllık bu birlikteliğin tamamen sorunsuz ve güllük gülistanlık geçtiği söylenemez.

Ancak tıpki ailelerde olduğu gibi acı-tatlı, mutlu-mutsuz, bazen tartışmalı bazen kavgalı günler olmakla birlikte bu birlikteliğin; halklar-toplumlar arasında tarihin kaydettiği en uzun ve en kaynaşmış örneklerinden biri olduğu söylenebilir.

Kürt Mervani Hükümetinin bizzat destek oldukları Selçuklularca kısa bir müddet sonra ortadan kaldırılması, Çaldıran Savaşı’nda 25 Sünni Kürt Beyliğine özerklik verilirken binlerce Alevi Kürdün öldürülmesi, sağ kalan Alevilerin ise toplumsal hayatın dışına ürülmesi, 1839 Tanzimat Fermanı sonrası Osmanlı Modernleşmesi doğrultusunda merkezi hükümet modeline geçilmesi ile birlikte 1514 Çaldıran Savaşı sonrası Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim ile Kürdistan Beyleri arasında imzalanan özerklik anlaşmasının bozularak Kürt Beylerinin ortadan kaldırılması tarihi Türk-Kürt ilişkilerinin önemli kırılma noktalarıdır.

Bütün bunlara rağmen 1071’den, İttihatçıların iktidarı gaspettikleri 1909 yılına kadar geçen sürenin Kürtler açısından tek taraflı olarak yakıcı, yıkıcı, toplumsal yapıyı alt üst edici, inkarcı ve asimilasyoncu olduğu iddia edilemez.

Kürt Sorununun modern zamanların bir sorunu olarak ortaya çıktığı 20. Yüzyılın başlarından günümüze kadar 3 ana çözüm projesi uygulandı denilebilir.

İttihatçı Kemalist model


1909’da İttihat ve Terakki’nin başlattığı ve 1918 ile 1924 yılları arası (Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyetin kuruluş dönemi) hariç 2000’li yılların başına kadar uygulanan İnkar-baskı ve asimilasyon dönemi.

Bu dönemi uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Şeyh Said Kıyamı, Ağrı, Zilan, Dersim İsyanları, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbeleri ile 1990 yıllarının binlerce köy boşaltılması, faili meçhul cinayetler milyonlarca Kürdün göç ettirilmesi… herkesin bildiği tarihi gerçekler.

Bu projeyi kısaca "İsyancı Kürtleri yok etme, sağ kalan Kürtleri ise Türkleştirme" projesi olarak ifade edebiliriz.

Gülen cemaatinin Kürt çözümü

Gülen Cemaati’nin 2007-2008 yıllarında şekillenmeye başlayan önce Bolu Abant’ta sonrasında ise Erbil’de yapılan toplantılarla somutlaşan Kürt Projesi.

Abant’ta ve Erbil’de düzenlenen toplantıların sonuç bildirgelerinde Kürtçe anadilde eğitim dahil AKP’nin çok ilerisinde birçok hak kabul edilerek kamuoyuna deklare edildi.

Ancak bu çözümün önünde en büyük engel olarak PKK görüldü ve 2009 Mart ayındaki yerel seçimlerden hemen sonra AKP Hükümeti de ikna edilerek KCK operasyonları başladı.

Bu doğrultuda PKK, KCK, BDP mensupları ile bunlara sempatizan sivil toplum kuruluşları ile neredeyse bunlara ‘selam verenler’ bile tutuklanmaya başlandı. 10 bine yakın Kürt cezaevine konuldu, bir o kadarı tutuksuz yargılanmaya başlandı.

Oslo süreci başta olmak üzere PKK’yi muhatap olarak alan her türlü ilişki (görüşme-diyalog-müzakere) PKK’yi büyütme ve güçlendirme olarak görülerek karşı çıkıldı, bozulmaya çalışıldı.

‘Dağdaki PKK’liyi yok etme, şehirdekini ise diskalifiye etme’ esasına dayalı bu "PKK’siz çözüm" süreci yaklaşık 4 yıl sürdü.

Bu süre zarfında Kürtlerin demokratik haklarının tanınması ile ilgili AKP Hükümeti üzerinde ciddi bir baskı da oluşturulmadı. 2010 yılındaki ‘Yetmez Ama Evet’ referandumu ile toplum oyalandı.

Bu projeyi de “Türklüğün emrinde ve kontrolünde, PKK’siz bir Kürtlük” olarak özetleyebiliriz.

AKP’nin çözüm süreci

Oslo süreci ile başlayan, 14 Temmuz 2011 Silvan Olayı ile kesintiye uğrayan; sonrasında ise 26 Eylül 2012 tarihinde Abdullah Öcalan’ın Tayyip Erdoğan’a yazdığı mektup ile tekrar başlayan ve halen de sürdürülmekte olan ve direkt olarak PKK’yi Abdullah Öcalan’ı muhatap alan çözüm süreci.

AKP’nin bu politikası ise başlıca iki ana noktada eleştirilmektedir.

1- AKP’nin çözüm projesine en büyük eleştiri PKK’nin dışındaki laik-seküler, sol, sosyalist, liberal, milliyetçi… Kürt siyasetçiler ile İslamcılar’dan (Kürt-Türk) gelmektedir.

Bu çevreler AKP’yi, çözüm sürecinde PKK’yi tek muhatap olarak almakla; Kürtleri ve Kürdistan’ı PKK’ye terk etmekle suçlamakta, PKK’nin gerek Türkiye’de gerekse Rojava’da ortaya koyduğu pratikle kendinden veya kendi kontrolünde olmayan hiç kimseye hayat hakkı tanımadığını; eleştirilerine gerekçe olarak göstermektedir.

Eleştirilerde Kürtlerin temel haklarının tanınmasının hiçbir pazarlığa gerek kalmadan sağlanması gerektiği belirtilmekte; PKK’nin dağdan inerek/indirilerek ovada siyaset yapmasının/yapabilmesinin sağlanmasının ise ayrı bir konu olduğunun altı çizilmekte; bu iki işin birbirine karıştırılmadan eş zamanlı olarak da yapılabileceği/yapılması gerektiği ileri sürülmektedir.

2- AKP’nin çözümden öncelikli olarak anladığı Kürtlerin ana dilde eğitiminden, Kürtçe’nin kamusal alanda 2. Resmi dil olarak kullanılması ve köy, kasaba, şehir adlarının iadesine kadar olan insani, vicdani, İslami… haklarının tanınması değil, PKK’nin silah bırakarak dağdan inmesi/indirilmesidir.

AKP esas olarak köklü ve kalıcı bir demokratikleşme ile sorunu temelden çözüme kavuşturmak yerine ‘tabutların gelmemesi’ olarak ifade edilen güvenlik esaslı bir politika yürütmekte ve hayati önemi haiz üç seçimi (Mart 2014 Genel Seçimleri, 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimi ve 2015 Milletvekili seçimi) ‘kazasız-belasız’ atlatmaya çalışmaktadır. (Nitekim yerel seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri atlatıldı.)

AKP’nin politikası Kürtleri, (aynı zamanda seküler hayat tarzını sürdüren endişeli laikleri, Alevileri, dindarları, Hıristiyanları…) oyalamak, sürecin içini boşaltarak talepleri ötelemek ve bu şekilde iktidarını sürdürmek/sürdürebilmektir.

Son dönemde Kürdistan Federe Bölgesi’nde Barzani ile geliştirilen ilişkilerin de ise Türkiye dışındaki Kürtlerle ciddi ve samimi ilişkiler geliştirmek yerine Türkiye’nin yıllık 70-80 milyar Dolarlık enerji açığının kapatılması ve Barzani Ailesi üzerinden Kürdistan’daki milyar dolarlık ihaleler ve petrol ticareti ön plana çıkmaktadır.
...
devamını okumak için tıklayınız






17 Kasım 2014 Pazartesi

Atatürk'ün partisiyim' fırsatçılığına girerseniz olacağı budur - EZGİ BAŞARAN - 17/11/2014

Tarihçi Doç. Ahmet Kuyaş, Dersim'in hesabının bugünkü CHP'den sorulmasını mantıksız buluyor. Kuyaş'a göre, o zamanki CHP ile bugünkü arasında 'galaksiler' kadar fark var. Kuyaş CHP'nin, Atatürk'ün ismini kullanma fırsatçılığına girişerek tek parti döneminin tüm olumsuzluklarını da üstlendiğini vurguluyor.
NEDEN?
Boğaziçi ve Galatasaray Üniversitesi’nde devrim tarihi dersleri veren Doç. Ahmet Kuyaş, II. Meşrutiyet ve erken dönem Cumhuriyet tarihi konusunda en yetkin akademisyenlerdendir. Doç. Kuyaş’la yeniden tartışılmaya başlanan Dersim katliamını, Alevilerin niye CHP’ye oy verdiğini ve 2014 model Kemalizm’i konuştuk.

Celal Bayar’ın avukatlığını yapmış olan Hüsamettin Cindoruk, bir kaç yıl önce yaptığım röportajda Dersim harekatının Mustafa Kemal’in bilgisi ve emriyle yapıldığını anlatmıştı. Bugün yine aynı şeyi tartışıyoruz, siz ne diyorsunuz? Dersim katliamı Mustafa Kemal’in bilgisi ve emriyle mi yapıldı?
-Dersim harekatı ile Dersim katliamını ayırmak gerekir her şeyden önce. Birincisi için evet, ikincisi için hayır derim ben. Harekatın emrini Atatürk verdi ama emrettiği şey katliam değildi.

Ama böyle bir harekatın sonunda çiçeklerin açması beklenmiyordu herhalde?
-Elbette hayır. Fakat bazı şeyler bilinmiyor. Atatürk, Dersim konusunda aşırı duyarlıydı. Çünkü tam 17 yıl önce bir başka Dersim harekatı yaşanmıştı. Biz tarihte buna Koçgiri isyanı diyoruz. Bu isyan bastırılırken büyük bir talihsizlikle görev yüksek rütbeli bir Nurettin Paşa’ya veriliyor. Talihsizlik dememin sebebi bu paşanın çok muhafazakar bir Sünni olmasından ileri geliyor. Koçgiri isyanını öyle vahşi, öyle kanlı bir şekilde bastırıyor ki, milletvekilleri dahi isyan ediyor ve Mustafa Kemal’in başı çok ağrıyor. 1937-38’e gelindiğinde yine böyle bir şey yaşanmasını istemiyor Atatürk. Kaldı ki o günlerde devlet meseleleriyle çok da ayrıntılı biçimde ilgilenemiyor, zira hasta. Ama tabii Dersim’e ciddi bir harekat yapılmasından kesinlikle haberdar.
Yani?
-Bakın Mustafa Kemal ve o dönemin devlet adamlarının dinle ilişkileri dindarlık boyutunda olmasa da Aleviliğe Osmanlı refleksiyle bakıyorlardı. Refet Paşa’yı düşünün. Atatürk’ün en yakın adamlarından biri. Bir takım tereddütler sonucunda 1919 Ağustos’unda Atatürk’ün Sivas Kongresi’nden vazgeçmesi sözkonusu oluyor. Refet Bey ile yazışıyorlar. Refet Bey, Atatürk’ü Sivas’ta kongre yapmamak için nasıl ikna etmeye çalışıyor dersiniz…
Ne diyor?
-‘Bura ahalisi kansız olduğu için burada kongre yapmayalım.’ Kansız derken tahmin edeceğiniz üzere Alevileri kastediyor. Sonuçta Sivas’ta kongre yapılıyor ama bu o dönemdeki Aleviliğe bakışı anlatması bakımından önemli bir göstergedir. Düşünebiliyor musunuz, Kazım Karabekir gibi dini bütün bile olmayan Refet Paşa gibi bir Osmanlı subayının ağzından gayet doğal biçimde böyle bir cümle çıkmasını… Bizim merkez kültürünün baskın Sünni karakteri var ya, işte onun ürünü. Dolayısıyla Atatürk’ün de Dersim harekatını isteyen, destekleyen bir adam olduğundan hiç kuşkum yok.
Öyleyse Atatürk’ün Aleviler ile ilgili fikir ve his dünyasını nasıl tarif edersiniz?
-Kafasında önemli bir yer kapladığını sanmıyorum çünkü Atatürk gerçek bir seküler düşünce insanı. Yani herhangi bir siyasal çözümleme yaparken ‘Bu Yahudidir, bu Ermenidir, bu Alevidir’ diye düşünen bir adam değil. Politikanın iç mekanizmalarını işleten, ekonomi, strateji pencerelerinden bakan bir insan.
Alevilerin Atatürk’e bağlılıklarını nasıl açıklayacağız bu durumda?
-Sünni merkez sistemini kıran bir devlet yapısı kurmasıyla, yani laikliğe bağlılıkla.
E ama Dersim harekatı emrini vermesi o Sünni aklın bir sonucu değil mi?
-Değil çünkü bu bir anti-Alevi harekat değil.
Nedir?
-Anti-Dersim harekatı.
Aynı kapıya çıkmıyor mu? Orada yaşayan insanların Kürt ve Alevi olması bir tesadüf mü?
-Hayır elbette fakat Dersim ile devletin sıkıntısı birincil olarak orada yaşayan insanların Kürt ve Alevi olmasıyla ilgili değil. Onların devlet ile kurduğu ilişkiyle ilgili. Osmanlı Devleti’nin isyanlarla mücadele yöntemlerini düşünün. Tuna Nehri’nden Basra Körfezi’ne kadar Tanzimat’tan sonra herkes isyan halinde. Neden? Vergi vermek istemiyorlar, asker vermek istemiyorlar, vesaire vesaire. Merkezi devlete bir nevi ‘Gölge etmeyin başka ihsan istemez’ diyorlar. Merkez ise oraya bir vali, bir kaymakam atamak gibi şeylerin peşinde. Mesele bu.
Şimdi dönüp baktığımızda yine de Dersim’deki halkın Kürt ve Alevi olmasıyla harekat arasında bir bağlantı kuramaz mıyız?
-Ben merkezin ve Mustafa Kemal’in o kadar cahil olduğunu sanmıyorum. Yani Dersim’e sadece halkı Kürt ve Alevi olduğu için harekat düzenleyecek kadar cahil olamazlar. Bunu Dersim’de aslında o dönemde ciddi bir isyan olmadığını bilmeme rağmen söylüyorum üstelik.
Dersim’de ciddi bir isyan yoktu ve bu harekat yapıldı ve bu harekatın oradaki halkın etnik yapısıyla ilgisi yok, öyle mi?
- Şeyh Sait İsyanı çıktığında Atatürk Trabzon’a, Muğla’ya ve İstanbul’a telefon ediyor, ne oluyor diye. Yani sürekli bir karşı devrim korkusu var. Atatürk döneminin düşüncesiyle 80 sonrası Ankara düşüncesi arasında pek bir fark yok. Nasıl Ankara 3 PKK’liyi yakalamak için köyler yakıyor, herkesi dayaktan geçiriyor ve halka dışkı yediriyor… Atatürk döneminde de aynı sertlik var. O sertlik hep var aslında. Yalnız bu bastırma sertliğinin ardında her zaman merkezi bir karar aramamak lazım. Kimse Dersim halkını mağaraya tıkıp üzerlerine alev topları gönderin dememişti.
Dersim harekatının böyle bir vahşetle son bulmasından Atatürk’ün haberi var mı?
-Öyle diyebiliriz. Oturup ağladığını hiç sanmıyorum ama harekatın böyle vahşetle sonuçlanmasında özel bir emri olduğunu da düşünmüyorum. Üst düzey yöneticilerin tenkil ve tehcir gibi bir takım kararları aldıkları doğru ama bunların çok ağır bir şiddetle uygulamaya konmasına özgü bir emir vermedikleri kanısındayım. Bununla ilgili kanıtın var mı diyeceksiniz. Yok. Ama aksi olduğuna dair de kanıt yok. Ama tabii hukuken bu ağır şiddet eylemlerini yapan erin, erbaşın cezalandırılmaması o üst düzeydeki karar vericileri bir suç ortağına dönüştürüyor.
Geçmişin suç ve suç ortaklığıyla ilgili CHP mesul tutulamaz mı bugün?
-CHP’nin adının CHP olması tarihimizin büyük ahmaklıklarından bir tanesi. Çünkü Atatürk’ün kurduğu Halk Fırkası olan partiyle bugün Kılıçdaroğlu’nun yönettiği parti arasında dünyalar değil, galaksiler kadar fark var. CHP ismini alıp, logolarına da 6 oku koymaları bir tür fırsatçılıktı. Atatürk’ü kullanabilmek için bu ismi aldılar ama tek parti yönetiminin bütün belalarını da üstlenmiş oldular. Böylelikle Tayyip Erdoğan gibi birisi tarafından alay edilir hale geldiler. ‘Ben Atatürk’ün partisiyim’ derseniz, bu fırsatçılığı yaparsanız olacağı budur. Tek parti döneminin olumlu olumsuz tüm yüküyle uğraşacağınıza sizin 21’inci yüzyıla uygun bir sosyal demokrat parti olmanız gerekirdi.
Öyleyse Dersim’in hesabını bugünkü CHP’den sormak mantıksız mı?
-Mantıksız çünkü o işleri yapan CHP ile bugünkü CHP arasında çok fark var. CHP’ye özür dile deniyor, peki dilesin ama şu anda ortada tuhaf bir aile faciası gibi birşey var. Partinin başındaki kişi Dersimli. O nasıl özür dileyecek?
Alevilerin oyunu kaybetmekten korkuyor olabilir mi CHP?
-Alevilerin CHP ile ilişkisi Dersim’den bağımsız aslında ve ne ‘celladına aşık olma’ ne de ‘Stockholm Sendromu’ ile açıklanabilir. Onlar CHP’ye oy veriyor çünkü sekülerizmin hakim olduğu bir anlayışla yönetilmek istiyorlar. İslamı siyasi bir malzeme olarak kullanan Sünni, muhafazakar bir partiye oy vereceklerini sanmıyorsunuz herhalde. 1954’te niye CHP’ye oy verdi diye sorsanıza…
Sorayım…
-Demokrat Parti kurulduktan sonra ilk zaferini aldığında Dersim ona oy vermişti. Aradan 4 yıl geçti, Demokrat Parti’nin ne olduğunu gördü Aleviler ve bir daha da hiç oy vermediler. Alevilerin tarihinde Sünniler tarafından itilip kakılmışlık, öldürülmüşlük var. Dolayısıyla Alevilerin ne MHP’ye ne AKP’ye oy vermeyeceğini görmek lazım. E kime verecekler? CHP’ye. Mantığı böyle kurmak lazım. Burada siyasi bir analiz ve akıl var. Dersim’i devrimci bir diktatörlük olan tek parti yaptı diye düşünüyor. Ki doğru. O bakımdan Alevilerin Dersim’e rağmen CHP’ye oy vermesinin sebebi çok basit.
Atatürk yapmamıştır şeklinde bir kabullenmeme de yok mu Aleviler’de?
-Elbette var. Çok da yanlış. Atatürk tek parti döneminin başında olan bir adam. Bu bir diktatör ve çeşitli konularda sert politikaları var. Alevileri bırakalım, Sünnileri alalım ve Kubilay hadisesine bakalım. Orada isyancılardan birine 30 santimetre ip sattı diye Yahudi dükkancı da asılıyor. Tek parti sertliği böyle bir şey. Batı ülkelerinde de bunu görüyoruz. Merkezin kendini bir şekilde empoze etmek için yapabildiği sertliğin boyutları bizdekinden az değildir. Bu sertliklerin hepsi de Nazizm veya Faşizmle özdeşleştirilemez bana göre. Tanzimat devleti de, Abdülhamit devleti de, Cumhuriyet devleti de vatandaşına sertlik uyguluyor. Cumhuriyet devletinin bu sertliği uygularken getirdiği bir şey Alevilerin yüzyıllardır özlemini duyduğu özgürlüğe yer açıyor. Nedir o? Laiklik. Bir de 1950-54 arasında yapılanları görünce diyorlar ki ‘Biz doğrudan İslam’a gönderme yapan sağ bir partiye oy vermeyiz.’

AHMET HAKAN’IN 9’U 5 GEÇE AYAĞA KALKMAMASI DOĞRUDUR
Biraz önce ‘Atatürk bir diktatördü’ dediniz. Bir diktatörü niye ‘özlüyoruz’, bir diktatörün niye ‘izindeyiz’…
-Stalin için de ah vah eden insanlar var unutmayınız. Bu halin bir çok sebebi var, bazıları benim uzmanlık alanımın dışına çıkıyor ve psikoloji deniyor. Bana kalırsa bunun temel nedeni bu ülkenin dünyayla ilişkisi çok sınırlı olan insanlardan oluşması. Yani bir takım değerleri yanına bir Atatürk ya da bir başka isim takmadan savunamıyorlar. Benim çok tepki çeken bir cümlem vardır: İnsan haklarına saygılı, çağdaş bir demokrat olmak için bir Danimarkalının Atatürk’e ne kadar ihtiyacı varsa, sizin de o kadar var.
Güzelmiş…
-Güzel de sevgili Türkler Atatürksüz bir savunma ya da eleştiri söylemi geliştiremiyorlar ve bu laf yüzünden bana kızıyorlar. Ben çağdaş olmaktan yanayım diyemiyor da Atatürk’ün resmini asıyor.
Bir diktatör nasıl çağdaşlık sembolü olabiliyor?
...
devamını okumak için tıklayınız 


10 Kasım 2014 Pazartesi

MİT raporu: Gaziantepli işadamı Mehmet Ali Yaprak’ı önce İbrahim Şahin, sonra Mehmet Ağar kaçırttı - Arzu Yıldız

Gaziantepli işadamı Mehmet Ali Yaprak’ın 1996’da kaçırılması ile ilgili 5 Mart 1998-29 Mayıs 1998 tarihleri arasında MİT Müsteşarlığı Teftiş Kurulu tarafından yapılan soruşturma raporu 16 yıl sonra ortaya çıktı. T24’ün ulaştığı raporda yer alan MİT değerlendirmesinde, Mehmet Ali Yaprak’ın ilk olarak Emniyet Genel Müdürlüğü Özel Harekat Dairesi eski Başkanvekili İbrahim Şahin tarafından kaçırıldığı ve fidye alındığı, o dönem İbrahim Şahin ile arası açık olan dönemin Adalet Bakanı Mehmet Ağar’ın durumdan haberi olunca Abdullah Çatlı ve polisleri göndererek, Yaprak’ı ikinci kez kaçırttığı iddia edildi.

Ağar’ın Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılmasından sonra kamera kaydı ile sorgulanmasını istediği, bunun nedeninin de İbrahim Şahin’e karşı koz olarak kullanmak istediği öne sürüldü. 1998 tarihli raporda, Susurluk kazası sonrası TBMM tarafından kurulan komisyonun Yaprak’ın ilk kaçırılma olayından haberdar olmadığı iddia edildi.

3 MİT Müfettişince hazırlanan raporda, Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılmasında MİT personelinin olaya dâhil olmadığı savunuldu.

‘İlk önce Şahin sonra Ağar kaçırttırdı’


Raporda ifadesi bulunan İsmail Buğday şunları anlattı:

“26 Mayıs 1996 sabahı erken saatte Müfit Sement’in kendisini telefonla aradığını ve buluşma talep ettiğini, bir saat kadar sonra Merit Altınel Otelinde buluştuklarını, Müfit Sement’in  “Yahya Efe’nin kendisini telefonla arayarak video kamerasını alıp, Antep’e gitmesi gerektiğini , Antep’e gittiğinde Mehmet Ali Yaprak’ın kaçırılarak Siverek’e götürüldüğünü öğrendiğini, A.Çatlı ve ekibi (polisler) tarafından buraya adı geçenin sorgulanmasının kaydedilmesinin kendisinden istendiğini, daha önce Mehmet Ali Yaprak’ın İbrahim Şahin ve ekibi tarafından kaçırılarak 100 bin dolar aldıklarını, İ.Şahin ile M.Ağar’ın bu dönemde arasının açık olduğunu, bu fidye işinden M.Ağar’ın haberinin olmadığını, ancak sonradan öğrendiğini, M.Ali Yaprak’ı bu konuda sorgulatıp  yapılacak kaydı elinde koz olarak tutacağını, sorgulama sebebinin buna dayandığını, ancak kayıt işleminin kendisi tarafından gerçekleşmediğini, bu arada Yahya Efe’nin kardeşi ve eniştesinin yakalandığını duyduklarını, bu nedenle Antep’i terk ederek Ankara’ya geldiğini, A.Çatlı’nın da aynı otelde olduğunu” belirttiğini, M.Sement’in daha sonra zaman zaman kendisini (İ.Bugday) aradığını, polis ve adli tatbikattan kurtulmak için yardım talep ettiğini, kendisinin ise “bizim bilgimiz dışında bu olaya karıştın yardım edemem” dediğini, daha sonra da M.Eymür’ün M.Sement’e yardımcı olduğunu, M.Eymür’den duyduğunu” belirtmiştir.

‘Kimsenin haberi olmaz’

İsmail Buğday ek ifadesinde,

“TBMM Susurluk Komisyonuna ifade veren M.Ali Yaprak’ın bu ifadesinde Müfit Sement’in ismini kendisini kaçıranlar arasında saydığını, isminin ifadede geçmesinden rahatsız olan Müfit Sement’in Mehmet Eymür’den yardım istediğini, bunun üzerine Mehmet Eymür’ün M.Sement’e “İsmail ile birgün Gaziantep’e gider Mehmet Ali Yaprak ile yüzleşirsiniz ben de randevu alırım” dediğini Mehmet Eymür’den öğrendiğini, M.Eymür’ün kendisinden Gaziantep’e gitmesini istediğini,  eleman başka Başkanlığa ait, bu Başkanlıktan birisini görevlendirmeniz uygun olur diye ısrar ettiyse de , “Kimsenin haberi olmaz, bir Cumartesi-Pazar gider gelirsiniz , gerekirse ben müsteşarla konuşurum” dediğini, bunun üzerine Müfit Sement’in arabası ile Gaziantep’e gittiklerini, ancak Mehmet Ali Yaprak ile görüşmediklerini,

MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ın emri ile bir disket hazırladığını, (çeşitli konularda arz notu), bu disketten bir kopyanın da kendisinde bulunduğunu, her görüşme sonrası bir temas raporu düzenlemesi gerektiğini bildiğini, ancak şartlar nedeniyle birkaç kez kuralı çiğnediğini” belirtmiştir.”

‘Çatlı, video kaydı için yardım istedi’

Mehmet Eymür’ün ifadesi,

“M.Ali Yaprak’ın OSB’nin hedefi durumunda olduğunu, birgün bu şahsın kaçırıldığına dair gazeteden haber yer aldığını, bazı elemanlarından M.Ali Yaprak’ın A.Çatlı ve bazı polislerce kaçırıldığını, Siverek’e götürüldüğünü ve  Bucak’lara ait bir evde sorgulandığına dair bilgiler aldıklarını, bu bilgilerin kaynağının A.Çatlı ve grubuna yakın olan elemanlarından Müfit Sement olduğunu, kaçırılma olayından birkaç gün sonra, önceden tanıştığı Haluk Koral isimli şahıs tarafından telefonla arandığını ve Haluk Koral’ın “M.Ali Yaprak isimli bir yakınlarının kaçırıldığını, hayatından endişe ettiklerini, yardımcı olup olmayacağını” sorduğunu, kendisinin de M.Ali Yaprak hakkında müspet duyumlarının olmadığını, ancak insan hayatı söz konusu ise, Bucak’larla temas kurulmasında fayda gördüğünü, olayın arkasında A.Çatlı ve bazı bakanların olduğunu söylediğini, birkaç gün sonra H.Koral’ın kendisini aradığını, M.Ali Yaprak’ın serbest kaldığını söylediklerinin doğru çıktığını belirttiğini, İsmail Buğday’ın daha sonra kendisine (M.Eymür) , “Elemanımız Müfit Sement’in kaçırılma olayına karıştığını, M.Sement’i A.Çatlı’nın sende video var,  al gel diyerek çağırması üzerine , M.Sement’in Gaziantep’e gittiğini, kaçırma olayının daha önce tahakkuk etmesi üzerine  ekibe katılmadığını ve geri döndüğünü, bütün bu işleri teşkilatımıza bilgi derlemek amacıyla yaptığını söylediğini anlattığını, M.Sement ile görüştüğünü, onun da aynı şeyleri aktarması üzerine H.Koral’ı aradığını, M.Ali Yaprak yaşıyorsa bunu Müfit Sement’in verdiği bilgi sayesinde olduğunu bu bakımdan M.Sement’i bu olayın dışında tutmaları gerektiğini söylediğini, kendisinin M.Ali Yaprak’ın kaçırılması olayındaki dahlinin bundan ibaret olduğunu söylediğini, ancak sonra İsmail Buğday vasıtası ile aldığı bilgilere göre, Müfit Sement, Cengiz Cömert, Hasan Aydostlu ismini hatırlayamadığı başka şahıslarla İbrahim Şahin’in ve polislerin yer aldığı ilk kaçırma hadisesinde bu şahısların MİT ve Mehmet Eymür ekibi olarak anıldığını, M.Ali Yaprak’tan alınan külliyetli miktarda paranın Mehmet Eymür’ün hissesi de dahil bölündüğünü, ikinci kaçırmada Müfit Sement’in anlattıklarının aksine Siverek’e giderek M.Ali Yaprak’ın sorgusunda hazır bulunduğu ve sorguyu videoya çektiği, bu sorguda ikinci kaçırma olayının İbrahim Şahin üzerine yönlendirildiğini, bandın bilahare A.Çatlı tarafından M.Ağar’a teslim edildiği hususlarını öğrendiğini, bu konuyu havi bir rapor hazırlayarak konunun araştırılıp soruşturulması mütalaası ile birlikte müsteşara arz ettiğini, M. Ali Yaprak ile ilgili tüm bilgilerinin bunlar olduğunu’ belirtmiştir.”

‘Yaprak, Ağar’a seçim öncesi 500 milyar yardımda bulundu’

Saffet Polat:  “16 Aralık 1996 tarihinde Mehmet Eymür ve Hilmi Karaer ile birlikte Müfit Sement’in dibbrifinginde M.Ali Yaprak’ın kaçırılmasını öğrendiğini, M.Sement’in son seçimlerden (24 Aralık 1995) önce M.Ali Yaprak’ın M.Ağar’a 500 milyar yardımda bulunduğunu, bu konuyu bilen Özel Harekat Daire Başkanı İbrahim Şahin’in bilahare aynı şahıstan 100 milyar lira rüşvet aldığını, alınan bu paralardan A.Çatlı’nın da haberinin olduğunu, adı geçenin de M.Ali Yaprak’tan para almak için polislerden oluşan 6-7 kişi ile M.Ali Yaprak’ı kaçırdıklarını , kaçırma eylemi öncesi M. Ali Yaprak ile ilgili istihbaratı Yahya Efe aracılığı ile kendisinin yaptırdığını, kendisinden de pazarlık sırasında olayın videoya kaydedilmesinin istendiğini, kendisinin de olayın bir yerinde bulunarak teşkilata bilgi derlenmesi için kabul ettiğini, teklifi herhangi bir menfaat karşılığı kabul etmediğini, ancak kendisinin de çekim yapmadığını, zira kaçırmanın erken olması nedeniyle ekiple buluşamadığını, eylemi yapanların şahsı Siverek’e götürdüklerini, olayın akabinde İstanbul’a döndüğünü, olayın polise intikal ettiğini ve kendi adının da çıktığını, bir avukat aracılığı ile mahkemeye başvurarak M.Ali Yaprak ile yüzleştirilme talebinde bulunduğunu, ancak Antep polisinin ısrarla kendisini aradığını, bu konuda İstanbul polisine ifade verdiğini, hakkında açılan davada mahkemenin takipsizlik kararı verdiğini” belirtmiştir.”
...
devamını okumak için tıklayınız.

7 Kasım 2014 Cuma

Arapsız Kudüs için - FEHİM TAŞTEKİN - 07/11/2014

Mescid-i Aksa'da yaşananlar Filistin'in tanınması yönünde Avrupa'da yaşanan yeni gelişmelere denk geldi. İsrail, Filistinlileri şiddetin içine çekip bundan da Mahmud Abbas'ı sorumlu tutarak Filistin'in tanınması girişimlerini önlemeyi umabilir.
Geçen haziranda Kudüs’te Harem-üş Şerif’in batı tarafında Ağlama Duvarı’na çıkan kapalı çarşı içinde ilerlerken Filistinli dostum bir dükkânın önünde durdurup tahta kepenklerin aralığından içeri bakmamı istedi. Dükkânın zemini kazılmış, aşağıya doğru bir iskele durulmuş. Mahzeni andıran bir boşluk. “Mescid-i Aksa’nın altına kazılan tüneller buralardan başlıyor” dedi. Birkaç gündür yeni bir ‘intifada’nın sancıları yine Mescid-i Aksa nedeniyle yaşanıyor. Eski İsrail Başbakanı Ariel Şaron, 2000’de muhalefet lideri olarak Mescid-i Aksa’ya girerek ‘İkinci İntifada’yı tetiklemişti.
Son gerilim geçen hafta Yahudilerin normalde özel güvenlik düzenlemeleriyle girebildikleri Mescid-i Aksa’da ibadet de edebilmeleri için kampanya yürüten Haham Yehuda Glick’i ‘öldürme girişimi’ ve ardından Yahudilerin mescide yürüme çağrısıyla başladı. İsrail hükümetinin kutsal mekâna girişleri iki kez tamamen kapatması durumu iyice provoke etti. Bu 1967 işgalinden beri bir ilk. 2 Kasım’da Knesset (Meclis) Başkan Yardımcısı Moşe Feiglin ile birlikte 89 Yahudi 2 Kasım'da Mescid-i Aksa'nın avlusuna girmesi şiddetli gösterileri körükledi. Gerilim 5 Kasım’da yaklaşık 100 Yahudi’nin Mescid-i Aksa'nın avlusuna girişine izin verilmesiyle tekrar çatışmaya döndü. Olay İsrail askerlerinin 1967’den beri ilk kez postallarıyla mescidin içine girmesiyle başka bir boyut kazandı. Bir Filistinli aracını ölümcül şekilde İsrailli yayaların üzerine sürdü. Yani kutsal topraklarda ölümcül perde bir kez daha açıldı: Gösteriler, çatışmalar, onlara yaralı ve yüzlerce gözaltı…

ÜRDÜN İSTİM ÜZERİNDE
Özellikle işgal altındaki Doğu Kudüs sokaklarını alevlendiren gerilim Ürdün Kralı’nı da nazik bir duruma soktu. Çünkü Ürdün Kralı, Filistinli liderlerin kararıyla 1924’ten beri Harem-üş Şerif’in hamisi. Kral da bir ilke imza atarak 1994’de Vadi Arabe Anlaşması’yla tanıdığı İsrail’deki elçisini çağırdı. Doğu Kudüs’ü 1967’ye kadar kontrol etmiş olan Ürdün’ün himaye hakkını İsrail de 1994’te tanımıştı. İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun partisi Likud ve diğer sağcı gruplar, Mescid-i Aksa’nın yanı sıra altın kaplamalı kubbesiyle parlayan Kubbet-üs Sahra, müze ve medreseleri de içeren Harem-üş Şerif’in statüsünü değiştirmek için baskı yapıyor. BM Güvenlik Konseyi 1968’de İsrail'in Kudüs'ün statüsünü değiştirme girişimlerini geçersiz ve yasadışı ilan etmişti. Ama İsrail’in BM kararlarına uymak gibi bir pratiği hiç olmadı. Filistinliler, İsrail’in İbrahim Camii’ne yaptığı gibi Mescid-i Aksa’yı ikiye bölmek için fırsat kollandığını düşünüyor. El Halil kentinde üç dinin kutsal saydığı İbrahim Camii, bir Yahudi yerleşimcinin sabah namazı sırasında yaptığı katliam sonrası Müslümanlar ve Yahudiler arasında ikiye bölünmüştü.
Statü tartışmaları karşısında Kral Abdullah’ın tutumu önem kazanıyor. Haliyle Mescid-i Aksa yangını kendi tahtını da yakabilir. Ürdün’ün 6.5 milyonluk nüfusunun yarıdan fazlası Filistinli. Bu ülke 500 bin Iraklı mülteciye ilaveden en az 620 bin Suriyeli mülteciyi barındırıyor. Yani örgütlerin çok rahat taraftar toplayabildiği bir nüfusa sahip. Bir yanda Müslüman Kardeşler’in yasal zeminde siyaset yaptığı, diğer yanda selefi örgütlerin palazlandığı Ürdün bir süredir Irak-Şam İslam Devleti’nin de tehdidi altında. Mescid-i Aksa’nın ateşiyle başlayacak türbülansın Haşimi Krallığı’nı nereye götüreceğini kestirmek güç.

ABD SEÇİMLERİNİN SONUCU CESARET VERDİ
Netanyahu Amerikan siyasi arenasındaki değişimi de fırsat bildi. İsrail lideri son seçimde Kongre’de çoğunluğu Cumhuriyetçilerin ele geçirmesinin ardından arasının yıldızının barışmadığı Obama yönetiminden gelecek baskıları bloke edebileceğini düşünüyor olabilir. Ürdün’ün altüst oluşu İsrail’in işine gelmez. İsrail’in güvenliğini partiler üstü politika haline getiren ABD de buna izin vermez. Sonuçta Ürdün, Mısır ile birlikte Yahudi devletini tanıyan yegâne Arap ülkesi. Kral Abdullah’ın elçisini ABD’ye danışmadan çektiğini kimse düşünmüyor. Zaten Amman’ın hamlesi ABD ve Ürdün dışişleri bakanlarının Paris buluşmasının ardından geldi. Resti gören Netanyahu da dün Kral Abdullah’ı arayıp statünün değişmeyeceği garantisi vererek gerilimi düşürme yoluna girdi.

FİLİSTİN’İN TANINMASI ÇABALARINA KARŞI
Bu gerilim Filistin’in tanınması yönünde Avrupa’da yaşanan yeni gelişmelere de denk geldi. İsrail, Filistinlileri şiddetin içine çekip bundan da Mahmud Abbas’ı sorumlu tutarak Filistin’in tanınması girişimlerini önlemeyi umabilir. 13 Ekim’de Britanya’da Avam Kamarası bağlayıcı olmasa da Filistin’in tanınmasını öngören tasarıyı kabul etmiş, 30 Ekim’de de İsveç Filistin’i devlet olarak tanıyan ilk AB üyesi olmuştu. Fransa’da da sosyalist vekiller Filistin’in tanınmasını öngören bir tasarı hazırladı. Benzer adımlar İrlanda ve İspanya’dan da gelebilir. Filistin 2012'de BM'de üye olmayan gözlemci devlet statüsü kazanmıştı. Ayrıca Filistinliler İsrail üzerindeki baskıyı arttırmak için Kasım 2016 itibariyle 1967 sınırları üzerindeki işgalin sona ermesini öngören bir tasarıyı BM Güvenlik Konseyi’nin gündemine sokmaya çalışıyor.
Uluslararası koşullar İsrail’in geçici olarak duraksamasını sağlayabilir ama İsrailli yetkililerin Tapınak Dağı diye andıkları Harem-üş Şerif’le ilgili planlarını hayata geçirme ve daha makro düzeyde Doğu Kudüs’ü Araplardan temizleyip ‘birleşik’ Kudüs’ü başkent yapma hedefinden şaşacaklarına dair hiçbir belirti yok. Doğu Kudüs’ün Filistin’e başkent olacağı iki devletli çözüm çağrıları da İsrail’in umurunda değil.

ŞOK OLMA; SENİN ESERİN!
İsrail bu amaç için bedel ödettirmekten asla çekinmiyor. Şiddet şiddeti doğurunca da terör mağduru rolünü iyi oynuyor. Burada bir şeyin altını çizmek gerekiyor: Filistinlilerin şiddete dönüşen öfkesi sadece Mescid-i Aksa ile izah edilemez. Filistinlileri yaşamdan bezdiren apartheid uygulamaları her geçen gün genişliyor. Umutsuzluk ve nefret derinleşiyor. Ağır koşullar örgüt kontrolü olmadan eylemlere kalkışan ‘yalnız kurtlar’ın sayısını arttırıyor. “Kudüs, İsrail’in apartheid başkentine dönüşüyor” diyen Haaretz yazarı Gideon Levy’nin tespitleri belki fikir verebilir:
“İsyan yolda. Sıradaki terör dalgası Doğu Kudüs’ün dar sokaklarında yükseldiğinde İsrailliler şaşırmış ve hiddetlenmiş numarası yapabilirler. Doğruyu söylemek gerekiyor: Çarşamba günü yaşanan şok edici olaya rağmen Filistinliler tarihin en sabırlı halkı olarak ortaya çıkıyor. Yoğun tutuklamalar, şiddete başvuran yerleşimciler, mahrumiyet, kovulma, ihmal, mal ve mülklerinden olmalarına rağmen son zamanlarda taş atmalar hariç sükûnetlerini koruyorlar… Birleşik kent dünyanın en büyünmüş kenti. Sözde eşitlik bir şaka, adalet ayaklar altında. Kudüs’ün Filistinli bir sakini, Paris’te bir Yahudi’den daha fazla linç edilme tehlikesi içinde. Ama burada kimse kıyameti koparmıyor. Parisli bir Yahudi’nin aksine Filistinli Kudüs’ten kovulabiliyor. Ayrıca korkunç bir rahatlıkla tutuklanabiliyor. 16 yaşındaki Muhammed Ebu Hudeyr’in yakılarak öldürülmesinin ardından patlak veren gösteri dalgasında İsrail 260’u çocuk 760 Filistinliyi tutukladı…”
Levy’nin sözlerine ilave edilebilecek çok şey var.
...
devamını okumak için tıklayınız


6 Kasım 2014 Perşembe

150 şirketlik maden havuzu - HÜSEYİN ÖZAY - TARAF

Ermenek’te 18 işçiye 10 gündür ulaşılamazken, hükümetin ülkedeki tüm madenleri işletmesi için 150 şirketlik bir havuz oluşturduğu ortaya çıktı
Karaman Ermenek’te 18 maden işçisi 10 gündür yerin altında kurtarılmayı beklerken, gözler maden sektörüne çevrildi. Son dönemde kazaların rekor düzeyde artmasında, iki yıl önce hayata geçirilen “yandaş madenci” oluşturma projesinin de etkisi olduğu öne sürüldü. Ekonomi kulislerinde dolaşan bilgilere göre, ruhsat izinlerinin Başbakanlığa bağlanmasının ardından, “150 iş adamından oluşan” bir madenci havuzu oluşturuldu. AKP’li iş adamlarından oluşan havuzdaki firmalar ise sır gibi saklanıyor. Ancak son dönemde maden ihalelerini kazanan firmaların tamamı da söz konusu maden havuzundaki şirketlerden oluşuyor. “Maden havuzunun” hikayesi şöyle:

MADEN HAVUZU “PKK” BAHANESİ İLE KURULDU

AKP’nin 12 yıllık iktidarı döneminde daha çok “inşaat”, “enerji” gibi alanlardaki ihalelere katılan AKP’li iş adamları, son beş yıl içinde madencilik alanında milyarlarca liralık rant döndüğünü fark etti. Ancak, maden saha ruhsatlarının uzun dönemli olması nedeniyle AKP’li işadamları sektöre giremedi. Bunun üzerine, tüm madencilik ruhsatları işlemleri Başbakanlığa bağlandı. 16 Haziran 2012 tarihinde çıkarılan yönetmelik ile, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nda olan ruhsat işlemleri Başbakanlık bünyesine geçti. Bunun için de o dönemde, PKK’ya yardım eden işadamlarının maden ruhsatlarına sahip olduğu belirtilerek, bu kişilerin eleneceği öne sürüldü. Yani güvenlik tedbirleri nedeniyle ruhsatların Başbakanlığa alındığı kaydedildi.

MADEN HAVUZU NASIL OLUŞTURULDU

Ruhsat izinlerinin Başbakanlığa geçmesi ile birlikte daha önce hiçbir şekilde madencilik sektöründe çalışmamış kişiler de maden şirketi kurmaya başladı. Bu çerçevede son beş yıl içinde AKP’li yöneticiler ile AKP Milletvekili ve teşkilat başkanlarının yakınları üzerine çok sayıda şirket kuruldu. Ankara kulislerinde dolaşan bilgilere göre, AKP’li yakın işadamlarının doğrudan veya dolaylı olarak kontrol ettiği bir maden şirketleri havuzu oluşturuldu. Havuzda, yaklaşık 150 maden şirketinin bulunduğu iddia ediliyor. Söz konusu şirketler, ana işveren durumunda bulunuyor. Yani madenin işletmesini alıyor. Ancak işletmiyor. Ana işveren konumundaki şirket, aldığı işi yine AKP’ye yakın şirketlerden oluşan taşeron şirketlere devrediyor. Böylece, maden alanında bir ihale zinciri oluşturuldu.
18 madencinin yer altında kalmasına yol açan Ermenek’teki maden ocağı da aynı şekilde işletmeye verildi. Kamuoyuna maden sahasını işleten şirket olarak duyurulan Has Şekerler Firması, maden sahasında taşeron firma olarak iş yapıyor. İşin asıl sahibi ise RP eski milletvekillerinden Abdullah Özbey’in sahibi olduğu Ermenek Cenne Linyit Kömür İşletmeleri şirketi. Özbey, aynı zamanda maden işletmeleri ile ilgili düzenlemelere karşı çıkan patronlar arasında yer alıyor. Has Şekerler şirketi ise, Özbey’in maden sahalarını işleten dört taşeron firmadan birisini oluşturuyor.

Dayı, yeğen herkes madenci
...

devamını okumak için tıklayınız



1 Kasım 2014 Cumartesi

Gülerce: Hükümet Hizmet Hareketi'ni bitirmek için savaş açtı, cemaatın savaşı kazanma şansı yok, dağılır!

Hüseyin Gülerce bu görüşlerini, Hürriyet gazetesi yazarı Ahmet Hakan'a açıkladı. Hakan'ın "Cemaat, devleti ele geçirmek istedi" başlığıyla yayımlanan (1 Kasım 2014) söyleşisi şöyle:

Cemaat, devleti ele geçirmek istedi


Ne oldu da Hizmet'i bırakma noktasına geldiniz?

İlk sarsıntıyı '7 Şubat Krizi'nde geçirdim. Savcıların MİT Müsteşarı Hakan Fidan'ı ifadeye çağırması olayı... Savcıların ifadeye çağırması sarsmadı beni. Devletin savcıları, millet adına bir şey görmüşlerdir, ifadeye çağırmışlardır. Burada bir şey yok. Sarsıntıyı ertesi gün Zaman gazetesini alınca geçirdim. Gazete bu haberi "Savcılar bugüne kadar hep haklı çıktı" diye veriyordu. Bu haber, bu şekilde Hocaefendi'den habersiz verilemez. İşleyişi biliyorum. Hocaefendi, Hizmet Hareketi'nin nabzını kılcal damarlarına kadar tutan bir insan.(abç) Bu başlığı mutlaka görmüştür ya da haberdar edilmiştir.

O haberin o şekilde verilmesinin anlamı neydi? Neden sizde sarsıntıya yol açtı?

Hocaefendi'nin çizgisi belliydi. Hangi hükümet olursa olsun hep destek olmuş, saygılı davranmıştır. Oysa MİT Müsteşarı'nın ifadeye çağrılmasına destek vermek, "Savcılar hep haklı çıktı" diye haber yaptırmak, hükümete resmen savaş ilan etmekti.

Bu konuyu konuşmadınız mı Cemaat'ten arkadaşlarınızla?

Üç gün sonra Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'nda bir toplantıdaydık. Zaman gazetesinden Abdülhamit Bilici Bey de vardı toplantıda. Ben orada "Savcılar daima haklı çıkıyor" diye başlık atmanın yanlış olduğunu söyledim. Gerekçelerimi anlattım. "Bu başlık Hizmet'e zarar veriyor" dedim. İkna edici bir şey söylemediler. Savunma bile yapmadılar. Ben o zaman o haberin arkasında Hocaefendi'nin olduğunu anladım.

Ama buna rağmen Cemaat'ten kopmadınız.

Kopmadım ama sarsıntı geçirdim. İkinci sarsıntım Gezi'den sonra Zaman'da Başbakan Erdoğan'a yönelik hakaretlerin başlamasıyla gerçekleşti. İhsan Dağı, Mümtaz'er Türköne, Ahmet Turan Alkan gibi Hizmet'in içinden yetişmemiş arkadaşlar, eleştirinin de ötesine geçen yazılar yazmaya başladı. Bunların da Hocaefendi'den habersiz bir şekilde yayınlanması mümkün değildi.

Sizin açınızdan kopuş nerede başladı?

25 Aralık'taki olayı görünce "Hizmet Hareketi, hükümete topyekûn savaş açmış" dedim.

Nasıl yorumladınız bu "topyekûn harekete geçme" olayını?

Bir savaşa girerken dost kuvvetler, düşman kuvvetler analizi yapılır. Gücünüz yeter mi böyle bir şeye? Buna bakılır. Baktılar ve güçlerinin yeteceğini düşündüler. Kendilerine güvendiler. "Erdoğan gitsin, AK Parti kalsın" planı çerçevesinde hareket ettiler. Erdoğan gittikten sonra AK Parti Meclis Grubu'ndan "Hizmet tandanslı" bir hükümetin çıkabileceğini umdular. Siyaseti bilen bir insan olarak bana bunu sorsalardı, asla böyle bir şeyin olmayacağını söylerdim.

Cemaat sizce devleti ele geçirmek mi istiyordu?

Yönetime hâkim olmak istediler. Neden? Çünkü Türkiye için en iyisini, en güzelini kendilerinin yaptıklarına inanıyorlar. Diyorlar ki: Bizim yöntemimiz tek yöntem, dünyaya açılıyoruz, her şeyin en iyisi burada ve bunu engellemek ihanet... "Böyle güzel ve yararlı bir şeyi engellemeye çalışıyor AK Parti, bu nedenle ihanet ediyor" diye düşünüyorlar.

Hizmet'in kazanma şansı yok bitecek


Cemaat'i bitirecek mi hükümet?

Böyle söyleyince Hizmet'in içindekiler "Hizmet bitmez" diyorlar. Çoğu şu anda ne olup bittiğini bilmiyorlar tabii.

Peki, ne olup bitiyor?

Hükümet şu anda Hizmet Hareketi'ni bitirmek için tüm cephelerde çok ciddi savaş veriyor.

Kazanma şansı yok mu Cemaat'in?

Bana göre yok. Ama Cemaat'teki arkadaşlar, kendi davalarının en doğru olduğunu düşünüyorlar. "Peygamberlerin yolundan gidiyoruz" diyorlar. "Hz. İbrahim ateşe atılınca pes etti mi" diyorlar. "Hz. Musa firavuna pes etti mi" diyorlar. Mesela Zaman yazarı Ali Ünal Bey, Bülent Arınç'a cevap verirken "Müminler münafıklardan özür dilemez" diye yazdı. İnanç planında Hizmet'e bir şey olmayacağını düşünüyorlar. Oysa Hizmet Hareketi'nin karşısına kocaman bir dağ çıktı. Onlar hâlâ küçücük bir tümsekle karşı karşıya olduklarını düşünüyorlar. "Bizim otobüsümüzün altı bile değmez, devam edelim, bu tümseği geçeceğiz" diyorlar.

Sizce ne olur? Dağılır mı Cemaat?

 
http://zonimg.com/diger_resimler/2014/11/01/2014-11-01_11-02-90551.png
yazının fotoğrafı