13 Kasım 2015 Cuma

27 Ekim 2015 Salı

Çekilmemiş Filimden Replikler;

Çekilmemiş Filimden Replikler;
"Babasının yaşına gelinceye kadar herkes, kendisini babasından akıllı
sanır."

[category Sinema]
[tags Replik, Sinema, Çekilmemiş Filimden Replikler, Deyişler, ]

24 Ekim 2015 Cumartesi

Çizimler 60

Karakalem ile yaptığım çizim çalışmalarım, bu çizimler genellikle A4 boyutunda kağıtlara, kurşun kalem ile çizilerek yapılmıştır.
Çizimler herhangi bir objeye bakılarak çizilmediği gibi herhangi bir objeye de benzetmek gayesi de yoktur.
Çizimler doğaçlama bir şekilde yapıldığından dolayı sadece iki boyutludurlar ve 'kendiliğinden' bir şekilde çizilmişlerdir.
Tufan

Daha fazlası için tıklayınız

[category Karakalem]
[tags Çizim, çizgiler, resim, karakalem, obje, karalama,Desen]
[delay +1 hour]

23 Ekim 2015 Cuma

Çekilmemiş Filimden Replikler

"Uçağın burnu aşağıya doğruysa bunun iki nedeni vardır; ya iniyorsun, ya
düşüyorsun!."

19 Eylül 2015 Cumartesi

22 Haziran 2015 Pazartesi

Bir mekân okuması olarak 'Yeni Türkiye'nin 'Ak Saray'ı - Yahya Düzenli


Ak Saray'ın asıl tartışılması gereken yönü; maliyeti, büyüklüğü veya kaç odalı olduğu değil, tarihsel mimari köklerinden beslenen yeni dallar halinde dünü bugüne taşıyan, bugünü yarına bağlayan bir mimari vasfının olmamasıdır.

Tartışmaların sıkça bağlamından koptuğu, kopunca da neyin niçin tartışıldığının anlaşılmadığı tuhaf bir siyasi gündemimiz var. Yağmurun yağışında bile siyasi sebep arayan siyasetçiler ve medya yorumcularının mebzul miktarda bulunduğu Türkiye gibi bir ülkede neyi tartışırsanız tartışın, tartışılan şeyden uzaklaşıyor, sonuçta anlamsız bir finalle neyi niçin tartıştığınızın hesabını veremiyorsunuz. Belki de bütün bu tartışmalar, tartışılan konuları anlamsızlaştırmak içindir, kim bilir?
Böyle bir genellemeyi niçin yaptık?
Son haftaların en popüler konusu haline gelen Ak Saray, nam-ı diğer Cumhurbaşkanlığı Sarayı tartışmalarına baktığımızda, körün fil tarifine benzer bir tartışma zemini görüyoruz. Kim hangi yanıyla ele alıyorsa, peşin hükmüne uygun bir sonuca varıyor.
Önceleri, iktidardaki Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) adına izafeten, "Ak Saray", bugünlerde ise "Cumhurbaşkanlığı Sarayı" olarak adlandırılan yapının, resmi söylemlere Cumhurbaşkanlığı, siyasi söylemlere ise Ak Saray şeklinde yerleşeceği anlaşılıyor.
Halen üzerinde yoğun spekülasyonların sürdüğü Saray'ın gerekli olup olmadığından maliyetine, inşa edildiği Atatürk Orman Çiftliği arazisinin statüsünden mimarisine kadar birçok yorum yapıldı, yapılıyor. İsminden yola çıkılarak yorumlar daha da çeşitlendirilip çeşnilendirilerek ABD'nin Beyaz Saray'ı, Timur'un Semerkant'taki Ak Saray'ı ile ilişkilendiriliyor.
İşin bu tarafı, adeta bir toz bulutu yoğunlaşması gibi önümüzü görmemizi engelleyeceğinden, daha anlaşılır kılınmasına yardımcı olmak için konuyu tarihi bağlamda ele almayı daha yararlı görüyoruz. Asıl değinilmesi gereken husus da budur.
Osmanlı İmparatorluğu'nun ihtişam devri olan 15. yüzyılda (1478) Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Topkapı ve 19. yüzyılda (1856) Sultan Abdülmecit tarafından yaptırılan Dolmabahçe Sarayları üzerinden bir okumanın uygun olacağını düşünüyoruz. Semboller üzerinden bir okumanın, bazı zihniyet kodlarını ele vereceğini biliyoruz.
Çünkü Topkapı, şahsiyet ve yükselme devrinin; Dolmabahçe ise çözülme ve yabancılaşma devrinin ürünü olup dönemlerinin devlet idaresi konseptlerinin mekana yansıması olarak inşa edilmiştir.
Necip Fazıl Kısakürek'in "içine kapanık, sağır, derinliğine manalı ve en asîl vakar çizgileriyle mühürlü şahsiyet âbidesi" dediği Topkapı Sarayı'na mukabil Dolmabahçe Sarayı; "inhitat tarihimizin İstanbul ve şehir kadrosunda en parlak tezahürüdür. Kışır üstü Avrupalılaşma fekaletinin ilk eseri…" olarak halen fiziki varlığıyla İstanbul'un antik eşya stoğunda bulunuyor.
Peki, 21. yüzyılın Türkiye'sinde 2023 hedeflerinden bahseden Adalet ve Kalkınma Partisi'nin (AK Parti) Yeni Türkiye'sinin ilk ve en önemli sembollerinden olan Ak Saray neyi temsil etmekte, hangi mesajı vermektedir? Veya gerçekten bu mekân üzerinden bir mesaj verilmek istenmekte midir? Kimi ağızlarca buranın devletin prestijini, itibarını artırıcı bir mekân olarak yapıldığının söylenmesi, hâlâ "Dolmabahçe dönemi" kompleksleri ile malûl bir bilinçaltının kendisini "eklektik bir kamu binası" ile ortaya koyma çabası mıdır?
Öyle anlaşılıyor ki, uzun süredir düşük yoğunluklu olarak zaman zaman gündeme gelen başkanlık sistemi tartışmaları önümüzdeki dönemde de sürecek; Ak Saray'ın, "Yeni Türkiye'nin Başkanlık Sarayı" olarak hazırlandığı söylenecektir.
Ancak, şehir ve mimaride dudak tiryakiliğini aşamamış Osmanlı ve Selçuklu söylemlerini sık sık müşahede ettiğimiz iktidarın, ne yazık ki mimaride tarihsel sürekliliği devam ettirici bir üslûba, muhtevaya ve bakış açısına sahip olmadığı anlaşılıyor. Eğer olsaydı, 12 yıllık tek parti iktidarının imkân ve fırsatları, TOKİ (Toplu Konut İdaresi Başkanlığı) eliyle heder edilmez ve Türkiye, yeni yüzyılda şehir ve mimaride örnek bir model ortaya koyabilirdi.
Bu konuda samimi ve şuurlu bir niyetin olmadığının bir diğer karinesi, rahmetli muhakkik mimar Turgut Cansever'in ortaya koyduğu mimari eserler, yapılar ve kitapların maalesef göz ardı edilmiş, bu büyük hazineden yararlanılmamış olmasıdır.
Söylemlerinde -vurgulu biçiminde- sürekli tarih ve coğrafyanın yüklediği sorumluluklara gönderme yapan, tarihi mimariden söz eden iktidarın, mimari tasarım olarak Ak Saray konusunda tarihi sürekliğini ima eden bir çizgi izlediği söylenebilir mi? Hayır! Çünkü iktidarın ne bu yönde bir hazırlığı, ne de kendi tarihi şehir birikiminin genetiği üzerinde kafa yoran kadroları var.
Biraz geriye gidelim…
...
devamı için tıklayınız








26 Mart 2015 Perşembe

CHP'li Cihaner, 'Camide içki içtiler' iddiası için suç duyurusunda bulundu

CHP'li Cihaner, 'Camide içki içtiler' iddiası için suç duyurusunda bulundu


Gezi Parkı eylemleri sırasında Kabataş'ta, bir AKP'li belediye başkanının türbanlı gelininin tartaklandığına ilişkin haberden sonra, Dolmabahçe'deki Bezm-İ Alem Valide Sultan Camisi'nde içki içildiği yönündeki da iddia da yargıya taşındı.

CHP Denizli Millevekili İlhan Cihaner, tanık anlatımları ve haber ajanslarının görüntülerine göre camide içki içilmediğini, protestocular camiden ayrıldıktan sonra bir bira kutusunun camiye getirilip konulduğunu ve birden çok yerde içildiği izlenimi yaratmak için  kutunun yerinin değiştirildiğini ifade ederek, şüpheliler hakkında "halkın kin ve düşmanlığa tahrik" suçundan dava açılması için suç duyurusunda bulundu.

(Camiye sığınan Gezi Parkı eylemcisinin elindeki kutunun bira olduğu iddia edilmiş ancak, yapılan incelemede kola olduğu ortaya çıkmıştı)

CHP Denizli Milletvekili İlhan Cihaner tarafından bugün İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı'na sunulan dilekçede, Gezi Parkı gösterileri sırasında bir grup eylemcinin polisten kaçarak Dolmabahçe'deki Bezm-i Âlem Valide Sultan Camisi'ne sığındığı, 3 Haziran 2013'te Anadolu Ajansı ve Cihan Haber Ajansı'nın, abonelerine, "Cami'de içki içtiler" başlığıyla haber, fotoğraf ve görüntü geçtiği ifade edildi. "Fotoğraf ve video görüntüsüyle desteklenen bu haber, kamuoyunda büyük bir infial yaratmıştır" denilen dilekçede, şöyle devam edildi:

ÇORUM, MARAŞ, SİVAS...

"Bu haber sonrasında protestocuların dine, dini değerlere, ibadethanelere saygılı olmadığı gibi bir tartışma başlatılmıştır. Başta dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere hükümet üyeleri ile hükümete destek veren medya organları bu iddiaları gerçekmiş gibi aylarca gündemde tutmuşlardır. Eylemleri savunan ve destek verenler ile eylemi eleştirenler, 'din karşıtlığı' ve 'dindarlık' kavramları üzerinden karşı karşıya getirilmeye çalışılmıştır. Özellikle dini değerler üzerinden, halkın bir kesiminin diğer kesime karşı, kamu düzeni için tehlikeli olabilecek şekilde düşmanlığa ve kin beslemeye açıkça tahrik edilmesinin sonuçları, yakın tarihimizde Çorum, Maraş ve Sivas'ta çok acı bir şekilde görülmüştür. Nitekim 57 yurttaşın hayatını kaybettiği, 200'ün üstünde yaralı; 300'e yakın ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılması; binlerce ailenin göçüyle tarihin en karanlık sayfaları arasında yerini alan Çorum katliamı Alaaddin Camii'ne bomba atıldığına dair gerçek dışı bir haber üzerine başlamıştır."

BİRA KUTUSU ORDAN ORAYA DOLAŞTIRILMIŞ

Bezm-i Alem Valide Sultan Camii Müezzini Fuat Yıldırım'ın camide içki içildiğini görmediği, protestocuların içki içmedikleri yönündeki beyanı ve Zaman Gazetesi İstihbarat Şefi İbrahim Doğan'ın bira kutusunun eylemcilerin camiyi boşaltmasından sonra konduğu yönündeki twitleri de delil olarak gösterildi. Elinde bira kutusu olmakla suçlanan Emre Öztürk'ün kola kutusu taşıdığı yönündeki beyanına işaret edildi. Bira kutusunun hem camideki halı üzerinde, hem de ayakkabılıkta görüntülendiği ifade edilerek, "Boş bira kutusunun markası, rengi ve ezilme biçimi aynıdır. Çünkü her iki yerde çekilen boş bira kutusu aynı boş bira kutusudur. Bir bira kutusu, Cami'nin değişik yerlerine götürülmüş, buralarda fotoğrafı ve videosu çekilmiş ve birden fazla bira kutusu olduğu izlenimi yaratılmıştır" denildi,

ÖNCE YOK SONRA VAR

AA'nın  servis ettiği 13 fotoğraf arasında hiçbir yerde boş bira kutusunun olmadığı vurgulandı. Dilekçede, görüntü çelişkileri şöyle sıralandı:

"* Protestocuların camiye sığındıkları gece ve sonrasında Doğan Haber Ajansı (DHA), Cihan Haber Ajansı (CHA), İhlas Haber Ajansı (İHA) ve Anadolu Ajansı (AA) tarafından toplam beş adet video çekimi yapılmıştır. AA ilk görüntüyü gece, ikinci görüntüyü ise gündüz çekmiştir.

devamını okumak için tıklayınız




24 Mart 2015 Salı

Yeni kamplaşma bildik eski formülle mi olacak? ÜMİT KIVANÇ

Dünün gürültü patırtısı hakikaten "gelmiş geçmiş..." sıralamasında üst sıralara layıktı. Bu nasıl bir pazartesi? Kırmızı? Yeşil? Alacalı bulacalı? Üstüne hâlâ Newroz'un kırmızı-yeşil-sarısı düşüyor, bir yandan da siyahlar, griler... Şunu yıllardır iddia ederim: Türkiye'nin bir haftasından, diyelim bir Alman gazetesine bir yıllık manşet çıkar.
Haftaya yurttan karışık canhıraş seslerle başladık. Hükümet propaganda aygıtından elemanların "büyü bozuluyor" hayıflanmalarıyla "elverin beyler!" çağrıları birbirine karıştı. Saray muhafız alayı komutanlığına soyunan Melih Gökçek'in isyan lideri Bülent Arınç'a savurduğu tehditli hakaretli bumeranglar henüz havadayken, bir kısmı Hıristiyan veya Budist olmasa bütün dünyayı tek başına gütme peşindeki cumhurbaşkanı başkalarını "koltuk sevdası"yla itham etti. (Gökçek'in merdivendeki kıyafet balosuna çok yakışacağına itiraz edeni ciddiye bile almam.)
Ve tabiî kendisine böylesine sağlam bir çoğunluk iktidarı bahşetmiş vaziyetin, bütün patırtıya rağmen, bilincinde olduğunu gösterdi: "Marjinal ateistler bizi anlayamaz," dedi.
Bana sorarsanız -niye sorasınız, orası ayrı- söylediği en önemli laf buydu. Çünkü basitçe, safça "küskünler barışsın, birlik-beraberlik olsun" çağrısı yapmak yerine, bütün hareketin altında/ardında birleşirse kazanacağı muhtevaya işaret etti. Bunu sadece, kavgayı bizzat çıkardığı için birlik-beraberlik çağrısı yapamayacak oluşuna bağlamak isabetli olmaz. "Odağı kaybetmeyelim, biz yine dinden yürüyelim"i vurgulaması gayet mantıklı. Zira artık AKP adlı toplumsal organizmayı birarada tutabilecek, ortalıkta açıkça adı konabilecek başka herhangi bir kuvvet yok. İnşaat rantıyla falan, görece dar bir çember içinde oynanabiliyor, buna karşılık, din çimentosu hâlâ geniş seçmen kitlesine sunulabilecek tek ikna edici armağan.
(Muhalefetin önemli bölümünün, kapışmayı tam da AKP'ye hep kazandıracak bu alanda kabul etmesi, sürdürmesi, cumhurbaşkanının şüphesiz en büyük güvenceleri arasında yeralıyor. Bu başlı başına uzun mevzu, yakında başka bir yazıda konu edelim.)
Erdoğan ayrıca büyük bölümü yolsuzlukların aynen ortaya çıktığı haliyle varolduğuna inanan bir kitlenin buna rağmen kendilerine oy vermiş oluşunu veri alıyor. Çok isabetsiz mi? Değil.
Dikiş bir yerden sökülünce huzursuzluğun yayılacağını seçmenler hisseder, onlar da huzursuz olur. Doların yükselmesi, doları olmayan milyonları doğrudan etkilemez ama herkes için işlerin iyiye gitmeyeceğine dair işarettir. Parti tepelerinde kapışma, hele cumhurbaşkanıyla hükümetin, parti yönetiminin birbirine girmesi, elbette seçmenin huzurunu kaçırır. Din örtüsü, bütün bunların üzerine serilebildiği için işe yarıyor. Giderek kızışan kavga ortamında bunun da ne kadar başarılabileceği elbette ciddî soru; yine de başvurulacak çarelerin görece en sağlamı bu.
Bir yandan da öyle görünüyor ki, AKP'nin üst katlarında giderek büyüyen kavga gürültü artık "marjinal ateistlere karşı birlik olalım" muhabbetiyle yatıştırılabilecek gibi değil. Melih Gökçek tarzı işin içine girdi mi asgarî nezaket bile kalmıyor ortada. Bülent Arınç'ın halen aşağı yukarı "lanetli" gibi bir anlama gelen "paralel"likle suçlanması için birkaç saat yetti. Daha bunun Mehmet Metiner'i var, propaganda aygıtının Gezi, Kabataş, tapeler süreçlerinden geçmiş tecrübeli yalancıları, iftiracıları, küfürbazları var... Hele bunların bir kısmı birbirine karşı saf tutarsa, tankerden petrol sızmış körfez kirliliğine yaklaşmamız iki köşeyazısı, üç tv tartışması mesafesine geliverir.

ASKERİYENİN SAHNEYE YENİDEN TEŞRİFİ


Lâkin son dönemin "paralel yapı"yla mücadele teranesi ve artık göz önündeki kapışmanın açtığı müsait alandan pek tanıdık bir nahoş ses duyulmaya başlandı. Askeriye, "iç siyasî çekişmelerin aktörü olmayacağını" gürültüyle ilan ederek iç siyasî çekişmelerde taraf ve aktör olduğunu hepimize duyurmuş, daha doğrusu hatırlatmış oldu. Ardına generalleri dizip kameralara parmak sallayarak hepimizi tehdit eden Genelkurmay başkanı sesine, geri planda, Roboski'de katırları vuran askerlerin silah sesleri eşlik ediyordu. (Ordu sanırım, "köyün gençlerini bombalarla parçalayınca sorun oluyor, bari katırları vuralım" demiş.)
Abdullah Öcalan'ın Newroz mesajı üzerine Genelkurmay'ın açıklaması, birkaç bakımdan gayet cüretkâr ve tehditkâr. İlkin, Genelkurmay'ın "hiçbir zaman muhatabı olmayan ve olmayacak olan terörist başı"ndan sözediyor. Bu, devletin "savaş" gibi bir konudaki en stratejik ve operasyonel kurumu adına yapılmış "Barış Süreci'ni tanımıyoruz" açıklamasıdır. (Zaten siz niye muhatap olasınız ki, olunacaksa siyasetçiler olur!)
İkinci olarak, Genelkurmay, Süleyman Şah türbesinin taşınması konusunda, olan bitenin sahiden olup bittiği gibi olup bittiğini imâ eden haberler yazılmasına kızmış. Alt tarafı "Süleyman Şah Saygı Karakolu'nun SURİYE toprakları içinde yer değiştirmesi" sözkonusu; bunun için "TSK ile PYD/PKK'nın işbirliği yaptığı"nı söylemenin âlemi var mı, diye haykırıyor. "EŞME RUHU" da ne demek? (Askerlerin bu büyük harf tercihleri beni hep uzun uzun düşündürür...)
Ordu böyle bir açıklama yapmasa, onu vatana hıyanetle filan suçlayacak olan mı vardı? Yoksa tam aksine, bir şekilde barışa katkısı oldu diye bu "işbirliği" halkın çoğunluğunu memnun mu etti? Anlıyoruz ki, ordu bu konuda halkın değil kendisinin veya MHP'nin ajandasını takibe karar vermiş.
Ordunun açıklamasında en dikkat çekici yanlardan biri, bu açıklama yazılırkenki haleti ruhiye. Çok heyecanlanmışlar ve o eski "uyarıcı" zamanlarını hatırlatmak istemişler? Nereden mi anlıyoruz? Bakın: "...şerefli, haysiyetli ve onurlu Millî Ordu Türk Silahlı Kuvvetleri..." Hepsi birden! Niye? Aşağı yukarı aynı şey değil mi bütün bu sıfatlar? Üçünü birarada yazınca insana bir mide fesatı hissi gelmez mi?
Genelkurmay, "Açıklamalarımızda defaatle vurguladığımız üzere," diye devam ediyor, "Türk Silahlı Kuvvetleri, iç siyasi çekişmelerin bir aktörü olmayacak, Demokratik, Laik, Sosyal, Hukuk Devleti'nin gereklerini yerine getirmeye devam edecektir."
Bu "gerekler"in en basiti, "defaatle" açıklamalar yapmamak, sesini kesip vazifeni bilmek, o sınırlar içinde davranmak oysa.
Başta AKP ve en azılı görünen muhalifleri, hepimiz yüz küsur senelik Teşkilatı Mahsusa geleneğinin, derini meriniyle İttihat-Terakki'den devralınan ikili devlet yapısının bir şekilde eriyip gittiğine dair, iyimser mi desem aptalca mı desem bilemediğim bir yanılsamaya prim veriyoruz. Neden? Erdoğan'ın afra tafrası bizi biraz yanıltıyor olabilir mi?
Açılacak en ufak gedikten o devlet geleneğine uygun aktörler, eylemler, faaliyetler akacaktır hayatımıza; kimsenin şüphesi olmasın.
Şöyle bir soruyu sormanın yeridir:
...
devamını okumak için tıklayınız

Cumhurbaşkanı, toplumu başkanlık sistemine razı etmek için gerilime yol veriyor - Bekir Ağırdır

Toplum neye razı edilmek isteniyor?

Olağanüstü koşullar bahanesi bu topraklarda devletin, egemen gücün ve iktidarların hep kullandığı bir gerekçe oldu. Çünkü bu gerekçeye sığınılarak hep devletin yeniden yapılanması ve hatta günlük, küçük düzeltmeler bile ertelendi.

Olağanüstü koşullar gerekçesi ve devletin, iktidarların körüklediği korkular beraberce bir başka amaç için kullanıldı asıl. Toplumun olağanüstü yöntemlere razı edilmesinin politik aracı oldu bu durum.

Örneğin Kürt meselesi. Meseleyi şöyle de tanımlamak mümkün. Kürt meselesi, Türklerin kendi haklarından vazgeçmeye razı edildiklerinin toplamıdır bir bakıma. Kürt meselesinin yarattığı olağanüstü koşullar ve tedbirler gerekçesiyle, bölünme paranoyası da kullanılarak Türkler ve tüm bir toplum nelere razı edildi? Yönetime katılma hakkından, devletin demokratikleşmesi talebinden, insan hak ve özgürlüklerinden, düşünme ve ifade özgürlüğünden, örgütlenme özgürlüğünden kendi rızasıyla vazgeçmeye mecbur kaldı toplum.

Örneğin darbeler. Darbeler öncesi öyle bir ortam yaratıldı ki, toplum var olan sistemin tıkandığı, siyasetin bu tıkanmaya çözüm üretemediği gibi bizatihi nedeni olduğu, bu tıkanıklığın ürettiği paranoyaların ne denli yakın tehlike olduğu algı ve duygusuna kapıldı. Hatırlayın 12 Eylül sabahını ya da 28 Şubat dönemini, toplumun önemlice büyüklükteki kesimleri o darbelere bile razı hale gelmişti, getirilmişti.

Eylül'den beri ülke başka bir gerilim yaşıyor. Son bir yılda iki seçim yapılmış, iktidar partisi kazanmış ve adayı Cumhurbaşkanı seçilmiş. Meclis'te hala konforlu bir çoğunluğa sahip, istediği yasayı çıkarabiliyor. Öyleyken neden iktidar partisinde gerilim var?

Gerilimi yalnızca Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasına ya da Bülent Arınç arasına sıkıştırmak doğru değil bana kalırsa.

Çözüm süreci için canımı ortaya koydum diyen Cumhurbaşkanı şimdi süreci bile riske atacak kadar öfkeli çıkışları neden yapıyor? Kendi kararıyla partinin ve hükümetin başına atadığı Başbakan'ı, partinin, bürokrasinin, kamuoyunun önünde neden sürekli açığa düşürüyor? Kendi eliyle kurduğu, geliştirdiği partiyi, partinin iç mekanizmalarını, alışkanlıklarını tıkamak, bozmak pahasına neden zorluyor?

Benim kanaatim, belki de Cumhurbaşkanı, bu parlamenter sistemle olmaz, Cumhurbaşkanı ile Başbakan aynı partiden bile olsa işler yürümüyor hipotezini ispatlamaya çalışıyor.

Cumhurbaşkanı toplumu başkanlık sistemine razı etmek için bu gerilimlere yol veriyor.
...
devamını okumak için tıklayınız


23 Mart 2015 Pazartesi

AK Parti-HDP rekabeti, Çözüm Süreci'nin önüne geçebilir - E. Fuat Keyman

21 Mart 2015: Diyarbakır, tarihi bir gün yaşıyor.

Newroz, bir buçuk milyon civarında insanın katılımıyla kutlanıyor. Sadece Kürtler değil, farklı kimliklerden insanlar, baharın gelişini, barış ve özgürlüğün gelişi umuduyla kutluyorlar. Diyarbakır'a, Bağlar Meydanı'nı doldurmuş insanlara bakıyorum. Yüzler gülüyor, geleceğe umutla bakılıyor. Diyarbakır'da Newroz, bir şenlik havasında, farklı kimliklerin, hep birlikte, diyalog içinde, barış ve birlikte yaşama için sloganlarıyla, talepleriyle, danslarıyla, türküleriyle kutlanıyor.

Hepimiz merak içindeyiz: PKK'nın cezaevindeki lideri Abdullah Öcalan'ın mesajının okunmasını bekliyoruz. Halkların Demokratik Partisi (HDP) İstanbul Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, "Öcalan, Newroz'da okunacak, demokratik cumhuriyetin inşası için perspektif içeren tarihi mektup hazırlıyor." açıklamasını yapmıştı.

Acaba, Öcalan'ın mektubu, gerçekten, tarihi nitelikte olacak mı? Türkiye'de silah ve çatışma döneminin artık bittiği ve müzakere temelli siyaset döneminin başladığını duyabilecek miyiz? Ülkemizde çatışma ve silah dönemi tümüyle, geri dönülemez olarak bitti mi? Bağlar Meydanı'nı dolduranlar, bu mesajı duymak istiyor. Onlardan biri olarak ben de böyle bir mesajı, net ve güçlü irade içeren bir tonda duymak istiyorum. Diyarbakır'a Newroz'dan bir gün önce geldim. Konuştuğum insanların tümüne yakını da bu mesajı, güçlü ve net ifadelerle duymak istediklerini ifade ettiler.

Niye umutlu olabiliriz?

Bu bağlamda üç önemli gelişmenin altını çizmeliyiz:

1) Çözüm Süreci, 28 Şubat 2015 Dolmabahçe Ortak Açıklaması ile geleceği dönük umutların arttığı bir döneme girmişti. Bu açıklama ile 'çatışma ve silah döneminin bittiği' vurgulanmıştı. Dolmabahçe Açıklaması, 7 maddesinde herkes için demokrasi talebinin geçtiği, üzerinde müzakere edilecek 10 maddeyi içeriyor ve silah yerine demokratik siyaset dönemine geri dönüşü olmayacak biçimde geçildiğini söylüyordu.

2) Kandil'in duruşu: Çözüm Süreci'nde, Kürt aktörler içinde, Kandil'den en sert eleştirel duruşu sergileyen KCK Eş Başkanı Cemil Bayık ile Cumhuriyet'ten Ahmet Şık ve Taraf'tan Amberin Zaman söyleşi yaptı. Bu söyleşilerde Kandil yine sertti. Bayık yine Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) eleştirisini sert bir dille ortaya koyuyordu. Fakat Bayık'ın her iki söyleşide de net olarak vurguladığı iki nokta çok önemli: "Türkiye'de savaşmamızı gerektiren koşullar kalmadı." ve "Türkiye'deki mücadelemizi siyaset üzerinden yürüteceğiz." Bu noktalar, PKK için Türkiye içinde çatışma ve silah döneminin bittiğini ortaya koyarken, aynı zamanda HDP'nin neden 7 Haziran 2015 genel seçimlerine parti olarak girdiğini de açıklıyor.
...
devamını okumak için tıklayınız

22 Mart 2015 Pazar

Suya hasret, suya esaret! - FEHİM TAŞTEKİN

Sınır aşan sular ve ortak su havzalarının paylaşımı Ortadoğu'daki çatışmaları tetikleyen faktörlerin başında geliyor. Suların kullanımı, korunması ve geliştirilmesine yönelik ortak mekanizmaların kurulması halinde suyun çatışmaları tetikleyen faktör olmaktan çıkıp bölgenin siyasi sorunlarının çözümünü de kolaylaştıran 'barış katalizörü' olması mümkün. Bu bakış açısıyla 2009'dan beri Mavi Barış adlı proje üzerinde çalışan Strategic Foresight Group (SFG), 18-19 Mart'ta Ürdün Prensi Hasan'ın başkanlığını yaptığı WANA Institute'ün ev sahipliğinde Amman'da tehlike altındaki sular üzerine iki günlük konferans düzenledi. Uzmanlar ve yetkililerin katıldığı konferansta sorunun taraflarından Suriye ve İsrail temsil edilmedi. Bu en önemli eksiklikti. 


SU İÇİN SAVAŞ, SAVAŞTA KOZ OLARAK SU

Laf sudan açılınca herkes kendi zaviyesinden komşusuna yükleniyor. Ürdünlüler, Ürdün Nehri'ni kirletip suyunu çalan İsrail'den mustarip. Yermuk nehrinin sorumsuz kullanımı nedeniyle de Suriye'ye kızgınlar. Iraklılar Dicle'nin debisinin düşmesinden dolayı Türkiye'yi, yine Fırat'ın sularının azılmasından dolayı hem Türkiye hem Suriye'yi topa tutuyor.

"Türkiye suyumuzu kesiyor" diye sızlanan Suriye'yi dinleme şansımız olmadı. Hem iç savaş hem de Şam yönetimine yönelik diplomatik tecrit Suriye'nin bu tür konferanslara katılımını engelliyor. İşgal altındaki Golan Tepeleri'nde su kaynaklarını zapt eden, Ürdün Nehri'ni tepe tepe kullanan, Gazze Şeridi'nin yer altı sularını tüketen ve Batı Şeria'nın kaynaklarını istismar eden İsrail bu tür toplantılardan uzak duruyor. İsrailliler katıldıklarında da ziyadesiyle hazırlıklı geliyor ve İsrail çıkarları için manipülasyonun alasını yapıyor. Keşke bölge ülkeleri de İsrailliler kadar verilere hakim olabilseler.

Konferansta uzmanların tebliğleri ve SFG'nin sunduğu 'Su ve Şiddet' (okumak için tıklayın)  ile 'Su-Güvensiz:  Ortadoğu'da Hayatta Kalma Krizi' (okumak için tıklayın) raporları gri bir tablo ortaya koydu. Özetle şimdiye kadar devletler arası gerilimler ve çatışmaların altında su varken son yıllarda bu soruna bir boyut daha eklendi: IŞİD gibi devlet dışı aktörler suyu silah olarak kullanıyor. 
Su krizine dair bugüne gelmeden dünü dair birkaç örnek aktarayım:

* 1960'larda İsrail, Suriye'nin Ürdün Nehri üzerinde inşa ettiği su kanallarını bombaladı.

* 1970'lerde Irak, Fırat'ın suyunu kesiyor diye Suriye'nin Tabka Barajı'nı uçurma tehditleri savuruyordu. 
* Türkiye öteden beri GAP nedeniyle Suriye ve Irak'tan şikâyet alıyor. Şimdilerde Ilısu baraj projesi yüzünden Türkiye topa tutuluyor. 
* Amerikan güçleri 2003'te Irak'ın su altyapısını mahvetti. Sadece Bağdat'ın su şebekesinin yüzde 40'ı yok edildi. 
* İsrail 2006'da Lübnan'da 1.7 milyon insani susuz bırakacak şekilde su altyapısını tahrip etti. İsrail bombardımanına bağlı olarak sulama kanallarının tahribi ve kirlilik yüzünden mevsimlik tarımsal üretim yüzde 90 düştü.


SU, IŞİD'İN EN ETKİLİ SİLAHI

Mevcut durumla ilgili tablo ise şöyle:  
* Irak ve Suriye'de su kanallarının kesilmesi, suların siyasi amaçlarla yönlendirilmesi,  kaynakların kirlenmesi, elektrik kesintilerine bağlı olarak arıtma ve pompalama tesislerinin çalışmaması gibi onlarca sorun milyonları etkiliyor, göçlere yol açıyor.

* 2011'den beri Suriye'de hem hükümet hem muhaliflerin saldırılarıyla su altyapısı önemli ölçüde zarar gördü. Mesela Mayıs 2014'te Halep'in yarısı susuz kaldı. Altyapının çökertilmesine ilaveten Suriye genelinde su arıtma tesislerinin yüzde 35'i devre dışı kaldı. IŞİD'in kısmen kontrol ettiği Deyr el Zor'da şebeke suyunun yüzde 90'ı çalışmıyor. IŞİD'in merkez haline getirdiği Rakka'da da benzer sorunlar yaşanıyor.
* IŞİD şiddet kadar su ve elektriği halklara karşı boğun eğdirme aracı olarak kullanıyor. Suriye'de Takba ve Tişrin barajı ile Irak'ta Samarra ve (bir süreliğine) Musul barajını ele geçiren IŞİD vanaları kapatarak ya da kapakları açıp baskınlara yol açarak suyu silaha dönüştürdü. Halihazırda Irak'ta 4 barajı kontrol eden örgüt, itaat eden yerleşim birimlerini suyla ödüllendirirken boğun eğmeyen bölgelerin suyunu keserek cezalandırıyor. Ayrıca IŞİD, Suriye ve Irak'ta su arıtma tesislerinden ele geçirdiği klor gazını hükümet güçlerine karşı silah olarak kullanıyor.

* IŞİD'in Suriye'de Tabka barajındaki sorumsuz tasarruflarına bağlı olarak 2014'te Esad Gölü'nün su seviyesi ciddi şekilde düşünce Rakka ve Halep civarında 5 milyon insan bundan etkilendi. Örgüt su seviyesinin düşüşünden Türkiye'yi sorumlu tutunca Türk Dışişleri Fırat'ın suyunu kesmediklerini açıklamak zorunda kaldı. Barajda çalışanlar ise IŞİD'den önce su seviyesinin istikrarlı olduğunu kaydetti. 
* IŞİD, 2014'te Irak'ta güneydeki Şii kentlerini susuz bırakmak için Nuaimiye barajının kapaklarını kapattı. Kerbela, Necef, Babil gibi Şii bölgeler susuz kalırken yukarıda Ebu Greyb civarı sular altında kaldı. Bu durum 12 bin aileyi evsiz bıraktı. 
* IŞİD suyla cezalandırma taktiğini Felluce barajlarını kullanarak da yaptı. 
* IŞİD'in su oyunlarıyla Diyala vilayetine bağlı Mikdadiye ve Saadiye'de 22 köy sular altında kaldı. 
* Yine IŞİD, Kürdistan bölgesinde Hıristiyan ve Şiilerin yaşadığı Karakuş'un Dicle'den gelen suyunu kesti. 
* IŞİD Talkhaneim'den çekilirken su deposunun elektriklerini kesip 3500 dolar fidye istedi. 
* Ekim 2014'te Irak güçlerinin ilerleyişini durdurmak için Şirvan'da suyun yönünü değiştirerek 9 köyü sular altında bıraktı. 
* Ekim 2014'te Diyala'ya bağlı Balad Ruz'da Şiileri susuz bırakmak için Sudur Barajı'ndan giden hattı kesti. 
Suyun silah olarak kullanıldığına dair örnekleri bu şekilde uzatmak mümkün.
...
Devamını okumak için tıklayınız.



20 Mart 2015 Cuma

Gül'ün siyaseti... - HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Uzun suskunluk, arayış ve beklenti döneminden sonra açıklamalar peş peşe gelerek Abdullah Gül siyasete davet edildi. Bu beklenmeyen, her şeyiyle sürpriz bir oluşum değil. Siyaset içi ilişkilerin birkaç aylık süre zarfında gösterdiği inişler çıkışlar çeki taşı gibi yerinde duran asıl meseleyi etkilemez. Asıl mesele dediğim Abdullah Gül gibi bir siyasi şahsiyetin siyasetin ağrılık merkezini her şart altında oluşturacağıdır.
Nasıl olmaz? Son yirmi beş yılın siyasetinde en etkili noktalarda bulunmuş bir kişiden söz ediyoruz. 1991'de parlamentoya girmiş ama 1960'lardan itibaren siyasetin içinde yaşamış bir kişi Gül. Milletvekili seçilmesinden hemen sonra partisinin yenilikçi, farklı cephesini oluşturmuş. On yıl kesintisiz AB Parlamenterler Meclisi'nde bulunmuş. Erbakan'a karşı hareketin liderliğini yapmış. Ak Parti hareketini hazırlamış. Programını yazmış. Başbakanlığını, çok başarılı Dışişleri Bakanlığını yapmış. Cumhurbaşkanı seçilmiş ki, bu bir darbenin arkasındandır. Cumhurbaşkanlığındaki başarısı ayrı bir konudur. Bu profilin değil Ak Parti, Türkiye siyaseti tarafından da daha ileri şekilde değerlendirilmemesi pek siyasi akılla uzlaşacak bir husus değildir. Nitekim o siyasi akıl harekete geçip bugünkü çağrıları gerçekleştirdi. Kaldı ki, Gül'ün Cumhurbaşkanlığından ayrılmasından hemen önce de bugünküne benzer davetler başlamıştı.
***

Görev yapmış liderlerin siyasete dönmesi ne Türkiye'de ilktir ne de dünyada. İnönü, kimseye nasip olmayan kariyerinin ardından 1961'de, hem de on yıl gündelik siyaseti en şiddetli şekilde yapıp yaşadıktan sonra Başbakan olmuş, genç Demirel tarafından 1965'te devrilmiştir. De Gaulle ulusal kahramandı. Uzun süre evinde oturduktan sonra bir kere daha siyasete çağrıldı. Sayısız örnek var.
Bugünkü demokratik siyaset veya bugünkü dünyanın yeni kitle iletişim araçları, yeni zaman- mekân algıları, kısacası çok daha hareketli ve hatta sivil ortamında İnönü ve De Gaulle türü 'kurtarıcı' siyasetçilere gerek yok. Tersine. Her şey çok daha fonksiyonel çizgide gelişiyor. Bugün Başbakan olan birisi Avrupa'da ertesi yıl bir şirketin genel müdürü oluyor veya bir uluslararası örgütte çalışabiliyor. Çok daha yumuşak geçişlerin, ısrarla söylüyorum demokratik pozisyonların dünyası bugünkü dünya. Gül zaten siyasetin dışında kalmayacaktı. Siyaset düşüncesi üretecekti. Siyasal meselelerle uğraşacaktı. Aynı işi parlamentoda eylemli siyasetin içinde olarak da yapabilir. Gül devlet adamlığını kanıtlamış bir siyasetçidir. Konumu ne olursa olsun bu niteliğini korur.
...
devamı için tıklayınız















Tunus'taki katliam ve risk altında Türkiye - ahmet insel

Çarşamba günü Tunus'un başkentinde, ünlü Bardo müzesinin girişinde otobüsten inen turistlere açılan ateş sonucunda, 20'si turist, 23 kişi öldü. Yaralıların bazılarının durumu ağır ve ölü sayısının artmasından endişe ediliyor. Ateş açan iki kişi de, dört saat süren çatışma sonunda öldürüldü. Saldırganların Tunus'lu oldularını belirtip, kimliklerini açıklayan Tunus hükümet kaynakları, Ensar El Şaria örgütü üyesi olduklarını, Libya'da silahlı eğitim aldıklarını iddia ediyor. Saldırganlara yardım ettiklerinden şüphelenilen dokuz kişi Perşembe günü gözaltına alındı. Tunus'ta Nisan 2002'de Cerba adasındaki sinagogda 21 turistin ölümüyle sonuçlanan intihar saldırısını El Kaide sahiplenmişti. Bardo katliamından bir gün sonra, bu saldırıyı sahiplenen daha çıkmadı.
Tunus saldırısı Suriye'de İslam Devleti veya diğer radikal islamcı örgütlerin bayrağı altında savaşan yabancıların arasında Tunus vatandaşlarının en büyük grubu oluşturduğu olgusunu yeniden gündeme getirdi. Haziran 2014'de Tunus içişleri bakanı bu sayının 2400 civarında olduğunu tespit ettiklerini söylemişti. Bu kişilerin El Nusra saflarında savaşmak üzere Suriye'ye gittiklerini, sonradan %80'inin İslami Devlet saflarına geçtiğini belirtmişti.
Tunus İçişleri Bakanı, Şubat 2014'de yaptığı açıklamada ise, 400 Tunuslunun Suriye'den döndüğünü tespit ettiklerini ve 8.000 Tunus vatandaşının Suriye gitmesini engelledikleri bilgisini vermişti.
Tunus'taki saldırı, demokratikleşme süreci açısından Arap isyanları sonrasındaki örnek ülke olma konumundaki bir ülkeye yapıldı. Tunus'ta cumhurbaşkanı, ordu komutanları ve emniyet güçleri  yöneticileriyle yaptığı toplant sonunda, Tunus'u "savaşhalinde ülke" ilan etti. Tunus'ta laik Nida Tunes ve İslamcı Ennahda'nın da dahil olduğu koalisyon hükümeti, 6 Şubat 2015'de yapılan güven oylamasında 60 hayır oyuna karşılık 166 evet oyuyla göreve başlamıştı. Turizmin önemli bir gelir kaynağı olduğu Tunus ekonomisi kısa vadede daha da zorlanacak.
Bu saldırı, Suriye'de 12-15.000 arasında olduğu tahmin edilen yabancı uyruklu cihatçı savaşçı grubu içinde neden Tunuslular birinci geliyorlar sorusunu da akla getiriyor. Tunusluların arkasından ikinci sırada Suudi Arabistanlılar, ardından da Ürdün ve Fas vatandaşı cihatçı grupların geldiği tahmin ediliyor. Tunus hükümeti geçen sonbaharda kendi vatandaşı cihatçı savaşçıların Suriye'den ülkelerine dönmelerinin, Tunus için çok büyük bir terör tehdidi oluşturduğunu açıkça ifade etmişti.
Suriye'de İslami Devlet saflarında savaşan veya lojistik destek veren yabancıların finansmanında Katar ve Suudi Arabistan kaynaklı paranın payının büyük olduğunu gözlemcilerin hepsi kabul ediyorlar. Tunus'tan Suriye'ye genellikle Libya'da ilk silah kullanma eğitimini aldıktan sonra Türkiye üzerinden giden kişilerin ailelerine belli bir tazminatı bu kaynaklar ödüyor.
Suriye'ye İslami cihada katılmak amacıyla veya daha sonra İslami Devlet bayrağı altında yaşamak arzusuyla gidenlerin arasında Batı Avrupa ülkelerinden gelenlerin oranı da az değil. Bunların arasında, yakın tarihlerde müslüman olmuş gençlerin oranı dikkat çekiyor.
Suriye'de bulunmaya devam eden veya ülkelerine dönmüş kişiler arasında yapılan araştırmaların sonuçları da yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Burada dikkat çeken olgulardan biri, Suriye'de kıyamet alametinin belirdiği, Deccal'in ortaya çıktığı, Mesih'in Şam'da Deccal'i öldüreceği nihai savaşın verileceği inancının yabancı cihatçılar arasında epey yaygın olduğu. Yahudi ve Hıristiyan inancındaki Armagedon'un İslami versiyonu olan Melhame-i Kübra'nın Suriye'de, kimisine göre Şam'da, kimisine göre Amik ovasında verileceği inancının hakim olmasına en anlamlı örnek, İslami Devlet'in ingilizce yayımladığı internet dergisinin adı: Dabiq. Bu Halep'in kuzeyinde, Türkiye sınırına çok yakın bir köyün ismi ve aynı zamanda Mercidabık Savaşı'nın yapıldığı ova. İslami Devlet'e katılanların arasında verdiği kutsal savaşta ölüp, cennete gideceği güveniyle savaşanların oranı çok yüksek. Suriye dışında suikast düzenleyenler de genellikle suikast sonrası çatışmada ölerek "şehit" mertebesinde cennete gitmek üzere saldırılarını planlıyorlar.
Farklı beklentiler içinde yüzyıllardır dönem dönem Hıristiyan ve Yahudi dünyasında çıkan binyılcı bir kıyamet beklentisinin benzerinin İslam dünyası içinde yoğunlaşma alanı bugün Suriye. İslami Devlet'in kuruluşunu ilan etmesi bu beklentiyi ete kemiğe büründürmüşe benziyor.
Elbette İslami Devlet ve diğer cihatçı örgütlerin safında böyle bir binyılcı kıyamet beklentisi içinde hareket etmeyenler de var. Tamamen macera arayan, içinde olduğu anlam boşluğunu bu yolla doldurmaya çalışanlar da önemli bir grup oluşturuyor. Örneğin Fransa'da bu konuda yayınlanan çalışmalarda, ebeveynleri müslüman olmayan ailelerde büyüyüp yakın tarihte çeşitli yollarla müslüman olup Suriye'ye giden gençlerin motivasyonlarının temelinde büyük bir nefret yoğunlaşması ön çıkıyor. Robert Zaretsky, Los Angelos Times'da Aralık 2014'de yayımlanan yazısında, 2. Dünya Savaşı sırasında Alman Nazi ordusu saflarında son güne kadar savaşan, Fransız gönüllülerden oluşan Şarlmayn tümeninden hayatta kalanların anılarında anlattıklarıyla bugün İŞİD saflarına katılan Fransız gençlerin motivasyonları arasındaki yakınlığa dikkat çekiyor. Şarlmayn tümeninin gönüllüleri kendilerini "bütün medeniyetlerin düşmanı olan bolşevizme karşı savaşmak için Rusya'ya giden" Batı medeniyetinin Haçlıları olarak tanımlıyorlardı. İslami Devlet veya ona yakın örgütlerin bayrağı altında ve ölmek üzere suikast ve katliam düzenleyen militanların motivasyonları çok farklı değil. Farklı olan düşmanın ismi.
...
devamını okumak için tıklayınız

19 Mart 2015 Perşembe

Çanakkale'nin zaferi yanında, neler düşünmeli? - TARHAN ERDEM

Başbakanımız, Çanakkale Zaferi'nin Osmanlı Devleti'ne ne kazandırdığını hiç bilmiyor gibi konuştu tören kürsüsünde!
Dün Çanakkale'de, zaferin 100'üncü yılı anma toplantıları vardı. Bu muharebeyle başlayan Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküş savaşı, dört cephede sürdükten sonra 1918'de Mondros'la bitti.
Dün sadece "Çanakkale Zaferi'ni" kutladık. Neydi kutladığımız? Kutlayalım da, başını ve sonunu da düşünmeyi unutmayalım; hatırlayalım:
1914 yılı sonbaharında, Yavuz ve Midilli gemilerinin Alman Amirali Souchon'un emrinde Karadeniz'e tatbikat amacıyla çıkmıştı. Tatbikat sırasında bazı Rus limanlarının bombalanması ve mayınlanmasıyla, Osmanlı - Rus savaşı başladı. Bu olaydan bir kaç gün sonra Ege'deki İngiliz ve Fransız gemileri Çanakkale Boğazı ağzındaki iki bölgeyi bombaladılar. Bu iki muharebeyle, ilan edilmeden Birinci Cihan Harbi başlamış oldu. (*)
Her iki olay Osmanlı Devleti'ni, birlikte veya karşısında olduğu devletlerin, iki tarafın da birlikte istedikleri gibi, savaşa sokmuş oldu. Birinci Dünya Savaşı zaferle başladı, sonu hüsranla bitti! Trablusgarb'tan, Sarıkamış'a, güneyden kuzeye savaştık, zaman zaman kahramanlık haberleri alınsa da, her cephede çoğu kez mağlubiyetle çekildik; sonuçta, Osmanlı Devleti temsilcileri, Mondros'ta "Mütareke"yi, sonra da Sevr'de "Sulh muahedesi"ni imzaladılar!
Bu savaş, "Hürriyetin ilanı" olarak da adlandırılan "İkinci Meşrutiyet" döneminin eseridir.
İkinci Meşrutiyet'in ilk günlerinde, "Hürriyet", "Eşitlik", "Adalet" ve "Kardeşlik" sözlerini dillerinden düşürmeyen İttihat ve Terakki Partisi'nin liderleri, 1908 sonrasında bu ilkelerin içini doldurmak için hiçbir şey yapmadılar ve iktidarda kalmak için her yola başvurdular: Her adımlarını "vatanı kurtarmak" için attıklarını söylüyorlardı. Siyasal cinayetler kovuşturulmuyor, seçimler erteleniyor, Kanuni Esasi bu nedenle değişiyordu! Meşrutiyetin ilanından 3 yıl geçmeden siyaset tıkandı.
Artık savaşı bile, iktidarı koruma aracı olarak kullanmanın yolu aranıyordu.
İktidarlarını korumak isteyenler maceranın her türlüsünü denediler; önce hürriyetler yok edildi, sonra kardeşlik.
İstanbul'un işgali ile iktidar da yok oldu!
Bu ortamın bir zaferini isterseniz kutlarken, sonraki dört yılı söylemeseniz de, hatırlamanız gerekmez miydi? Söylemeseniz olur ama bilmezden gelmeniz ayıp oluyor! Dün, "Çanakkale Zaferi milleti ayağa kaldırdı, oradan Mustafa Kemalin Meclis'i doğdu, Kurtuluş Savaşı o heyecanla yaratıldı" benzeri sözleri duyan tarihçilerimizin ne düşündüklerini merak etmiyor musunuz?
Kasım 1914'te, Ege'deki Fransız ve İngiliz donanmalarına Çanakkale'yi bombalama emri vermelerinin en güçlü nedeni Osmanlı Devleti'ni harbe sokma isteğiydi.
İttihat ve Terakki Partisi liderleri ise, "iktidarı koruma" kararlarını, kafalarına kazımışlardı. Bu karar hayatlarının ilk meselesiydi, bu heveslerini 1918'e kadar kafalarından silmediler!
Günümüzde, Çanakkale Zaferi'nin 100'üncü yılında, o savaşın kahramanlıklarından başka şeyleri de hatırlamamız gerekmez miydi? Bu gün bize gerekli bilgileri ve düşünceleri, "1912 veya 1913 yılındaki siyasal gelişmeler, ittifaklar bilinmiyor muydu?" ,"bu savaşa niçin girdik?" ve benzeri soruların cevaplarında bulamaz mıydık?
...
devamını okumak için tıklayınız


























18 Mart 2015 Çarşamba

Kozmik Oda'nın esrarı - Oya Baydar

Gündelik yaşamımızı, ruh sağlığımızı, huzurumuzu, çoluk çocuğumuzun geleceğini etkilemese, bu ülkede olup bitenleri heyecanlı, biraz da acıklı ve korkulu bir macera filmi gibi seyredebilirdik. Yabancı bir medya mensubu olsaydık, zaman zaman dehşete düşsek, ya da kavrama güçlüğü çeksek bile, akla ziyan konu bolluğu karşısında keyifle el ovuştururduk. Ama bizler: kaderini bu ülkeye, bu topraklara bağlamış olanlar, eskiden reklam niyetine sinema afişlerine yazılan "29 kısım, tekmili birden" maceraları aratmayacak bu toplumsal iklimde bunalıyoruz, bunalmakla kalmayıp pusulamızı da şaşırıyoruz kimi zaman.

 

Toplumun ve siyasetin
temizlenmesi hayallerimiz

 

7 yıl kadar önce; failimeçhullerin araştırılacağını, devlet bağlantılı derin çetelerin açığa çıkartılacağını, devletin derinliklerindeki karanlığın bir ucundan da olsa aydınlanacağını, darbeci-vesayetçi odakların ve onların Gladyocu tetikçilerinin etkisizleştirileceğini düşünmüş, umut etmiştik.

Susurluk olayının patlak verdiği ve derinlerdeki çirkefin etrafa saçıldığı günlerde Yurttaş Girişimi'ni kurup, 1 Şubat 1997'deSürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık eylemini başlattığımızda da aynı saf/naif umudu taşıyorduk. Türkiye'nin yakın geçmişindeki en kitlesel, en yaygın protesto olan bu eylem kısa sürede elimizden kaydı, manipüle edilerek darbeci-vesayetçi odakların Erbakan Hükümeti'ni yıpratma araçlarından birine dönüştü. Ardından, 28 Şubat'ta Erbakan Hükümeti asker-sivil destekli postmodern darbeyle düşürüldü. Derin devlet kötücül gücünü göstermiş, özgür, eşit, demokratik toplum umutlarını bir kez daha söndürmüştü.

Oysa biliyorduk, konuya yabancı değildik. 1990'ların başında İtalya'da, diğer NATO ülkelerinde de benzerleri bulunan devlete bağlı gizli Gladyo örgütü deşifre edildi. Binlerce subay, üst düzey siyasi ve bürokrat görevden alındı, yargılandı, vb… Susurluk'ta ortaya çıkan ve üstü örtülen ilişkiler ağı, çeteleşmiş Türk Gladyosu'nun mührünü taşıyordu. Adına ister Gladyo, ister Ergenekon deyin, ister Seferberlik Tetkik Kurulu, ister Özel Harp Dairesi ya da Kontr-gerilla diye adlandırın, devletin çekirdeği, derinliği, operasyonel aklı oradaydı. Benzer örgütlenmelerin olduğu bütün ülkelerde temizlik yapıldı, hiç değilse yapılır göründü. Ordu şemsiyesi altındaki bu yapıya Türkiye'de dokunulmadı. Kökü eskilere dayanan yapı, daha da pervasızlaşarak, mafyalaşarak, çeteleşerek sürdü.

 

Susurluk'tan Ergenekon
davasına aynı hikâye

 

Darbe geleneğinden, asker-sivil bürokratik vesayetten kurtulmayı; şeffaf, demokratik bir hukuk devletinin özgür ve eşit yurttaşları olmayı özlerken Ergenekon davaları başladığında tıpkı Susurluk günlerindeki gibi, bir kez daha umuda kapıldık. Birinci tekil şahıs konuşsam, "ben bu umuda kapıldım", dersem daha doğru olacak. Çünkü, daha ilk günden bu soruşturmalara, davalara karşı çıkan kesimler vardı. Pek çoğu için bu karşı çıkışın en önemli nedeni; sürecin AKP tarafından güçlü şekilde desteklenmesi, AKP'nin ekmeğine yağ sürecek olmasıydı. Gladyo'nun açığa çıkarılmasını, failimeçhullerin, cinayetlerin, müdahalelerin sona erdirilmesini onlar da istiyorlardı kuşkusuz ama bunu AKP'nin yapmasına, AKP'nin kazanç hanesine yazılmasına karşıydılar. Öte yandan, AKP iktidarının kendi 80 yıllık mutlak egemenliklerini sınırlamasına karşı darbelerden ve Gladyo benzeri güçlerden medet umanlar, derin çete yapılarını devletin zorunlu kurumu sayanlar da vardı. Hâlâ da var.

Bülent Arınç'a suikast planlandığı iddiasıyla devletin en gizli sırlarının saklandığı Kozmik Oda'ya girilmesi, oradaki belgelere ulaşılması ve şimdi öğrenildiği kadarıyla bu sırların birilerinin eline geçmesi konuşuluyor şu günlerde. Anlaşılan o ki, Arınç'a suikast iddiası derin devlet sırlarına, özellikle de derin kimliklere ulaşabilmek için bahaneymiş. Tıpkı Ergenekon ve Balyoz davaları gibi, davaya konu olan ihbarların, delillerin bir bölümü düzmece, dava büyük ölçüde şikeymiş. Derindeki ve yüzeydeki pisliklerinden arınmış, çağdaş, saydam bir devlete sahip demokratik bir toplumda yaşama özlemimiz, aynı derecede pis ve habis başka güçler tarafından kullanılmış, manipüle edilmiş.

 

Peki Kozmik Oda'daki
pislikler ne olacak?

...

devamını okumak için tıklayınız




--
Daha fazlası için fotobelgesel.net

17 Mart 2015 Salı

HDP ile AK Parti; uzlaşıyor mu, çatışıyor mu? - ORAL,ÇALIŞLAR

Dolmabahçe'deki 28 Şubat 2015 tarihli ortak açıklamanın ardından, sözel tansiyon yükseldi. HDP ile Hükümet'in, çözüm süreci konusunda tarihi bir hamle yaptıklarını söyledikleri gün, bir tartışma da başladı.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, HDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş'ı hedef alan bir açıklama yaptı. Demirtaş'ın cevabı, ondan aşağı kalmadı: "Hükümete güvenmiyoruz." Ortak açıklamanın yapıldığı, çözüm için çok olumlu sözlerin sarfedildiği bir günde oluşan karşılıklı "güvenmiyoruz" yaklaşımı, dikkat çekiciydi.
Son günlerde, sözel gerilimin epeyce tırmanışa geçtiğine tanık olduk. Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Kürt sorunu yoktur" diyerek, gerilime yeni bir boyut kattı. Tam o günlerde, Kandil'den, "silahları bırakırız ama..." sesleri yükseldi.
İki yılı aşkın bir zamandır yürütülen bir çözüm süreci var. Süreç, bazı kırılmalara, bazı olumsuz görüntülere rağmen, asıl olarak başarıyla yürüyor. İki yılı aşkın bir süredir, çatışmaların büyük ölçüde durduğu bir ortamdayız.
Askerin de, PKK'linin de ölmediği bir dönemden geçiyoruz. Bu durum, Kürtlerin yaşadığı bölgelerde rahatlama ve huzur sağladığı gibi; Türkiye'nin batısında da, "Kürtlerin hakkına hukukuna geçmişe göre daha olumlu yaklaşan" bir kamuoyu oluşmasını mümkün kılıyor.

KARMAŞIK TABLO

AK Parti hükümetiyle, HDP/PKK eksenli siyasi hareket için, "bir dargın, bir barışık" tanımlaması yapmak mümkün: Söylemlere bakınca; çatışma her an başlayacakmış, gerilimde hiçbir azalma olmamış hissine kapılabilirsiniz. Uygulama ve somut duruma baktığımızda ise, birçok olumlu adımın atıldığına tanık oluyoruz. Müzakere süreciyle ilgili kanun çıkarıldı. İzleme heyetinin hazırlandığını gözlüyoruz. Öcalan, PKK'ye "Türkiye'ye yönelik silahlı mücadeleyi bırakması" için "Kurultay çağrısı" yaptı. Bu konuda, irade beyanında bulunduğunu açıkladı.

BARIŞ KİMİNLE YAPILIR?

Panoramik baktığımızda, asıl olarak olumlu bir tabloyla yüzyüze olduğumuzu söyleyebiliriz. Ancak hem hükümet hem HDP çevresi, mutlu bir ifade kullanmaktan kaçınmayı tercih ediyor. Özellikle de HDP/PKK ekseninde, "ortada bir şey yok ki", "hükümet hiç bir adım atmadı", "onlara güvenmiyoruz" gibi mesajlar, hala "popüler".
Verilen mesajlar ile yaşanan süreç arasındaki bu çelişki, nasıl açıklanabilir?
Birinci zorluk, çok doğal olarak, "PKK'nın silah bırakması" sürecinden kaynaklanıyor. 33 yıldır savaşan bir örgütün, silahı bırakması kolay değil. Bunun zaman alacağını ve sıkıntılı bir süreçten geçileceğini, anlamak mümkün.
İkinci sorun, bence daha çok "psikolojik": HDP/PKK liderliği; solcu, seküler bir gelenekten geliyor. Türkiye'deki solcu seküler çevreler ise, "AK Parti'ye tepkisel ve öfkeli tavırlarını" sürdürüyorlar.
Hatta, son 1-2 senedir; bu öfke, eskisinden de daha yoğun. Türkiye'deki seküler kesimler, dünyadaki çeşitli dönüşümlere de paralel olarak; yeni arayışlar ve psikolojik dalgalanmalar içinde. Türkiye'nin batısındaki "arayış", Kürtlere olan ilgiyi arttırıyor. "HDP mahallesi"nden yükselen sert ifadeleri, işte bu bağlamda da analiz etmek mümkün.
...
Devamını okumak için Tıklayınız
--
Daha fazlası için fotobelgesel.net

16 Mart 2015 Pazartesi

'Kabataş vakasını Gezi'ye yıkanlar, demokratik bir protestoya karşı izledikleri canice saldırganlığı göstermiş olmazlar mı?' - Ömer Laçiner

AKP medyasının ve bizzat Bay Erdoğan'ın eldeki bütün delillerle çürütülmüş olmasına rağmen, şu ikinci defa gündeme gelişinde bile "Kabataş vakası"na dair iddialarında diretiyor olmalarını nasıl açıklamalı? İddialarına gerçekten inanıyor olmaları –ufacık bile olsa bir akıl, izan ve vicdan kırıntısına sahip iseler– asla mümkün olamayacağına göre tükürdüğünü yalamamak için gösterilen küstahça bir inat mı demeli buna; yoksa etnik/kültürel kutuplaştırma siyasetlerinin en etkili kozlarından biri olan "kadınlarımız her an onların tacizine maruz kalabilir" argümanını öyle ya da böyle canlı tutabilme hesabına mı yorulmalı?

Eğer "Kabataş vakası" yine o dönemde ortaya atılan diğer iftira –camide işret– ile birlikte AKP propaganda faaliyetinin düpedüz yalandan ibaret tekil bir örneği olarak kalsaydı bu tür yorumlarla yetinmek mümkün olabilirdi. Oysa AKP propaganda aygıtının ve bizzat Recep Tayyip Erdoğan'ın düpedüz yalana veya düzmece kanıtlara dayalı marifetleri o tarihten bu yana giderek sıklaştı ve AKP söyleminin hemen tüm içeriğine nüfuz ederek belirleyici bir karakteri haline geldi. Yolsuzluk dosyalarını örtbas ettirebilmek için ortaya atılan "hükümet darbesi" iddiasının, aradan neredeyse bir buçuk yıl geçmesine rağmen hukuken geçerli tek bir kanıt gösteremeden sürekli tekrarlanıyor olması bunun en yaygın tezahürü. Yakınlarda bunun spektaküler bir örneğine daha tanık olduk. "Kabataş yalanı"nı kamuoyuna duyurmakta başrolü oynayan Bay Erdoğan bu kez aynı rolü "S. Erdoğan'a suikast" iddiasını dillendirerek oynadı. Ama AKP medyasının büyük bir tantana ile yayınladığı "kanıtlar"a daha ilk bakışta anlaşıldı ki; ortada müptezel bir beceriksizlik ve yeteneksizliği de açığa vuran tamamen düzmece, külliyen yalan bir iddia vardır.

Araştırmalarda ilk kez AK Parti karşıtlarının oranı AK Parti yandaşlarını geçti! - Bekir Ağırdır

Bu memleket ahalisinin önemli hasletleri var. Bunlardan bir tanesi "beka duygusu", bir diğeri de "ikircikli değişim talebi". Bu iki duygu hali birbirini de tetikliyor bir bakıma.

Beka duygusu "devletin bekası" için ya da toplumun bekası" için farklı dozlarda çalışıyor belki. Ama bizim "hayatını sürdürme güdüsü" olarak da söyleyebileceğimiz, "kalıcılık" duygusu çok güçlü. Ortak yaşamdaki tutum ve davranışlarımızın el freni ya da denge-denetleme mekanizması bir bakıma.

Başbakan "one minute" dediğinde çok gururlanıyor, ya da milli takımlar maç kazanınca. Ama "çıkarın ceketleri, sıvayın kolları, dövüşeceğiz" denince, duruyor. Trafikte herkes, hepimiz kornalar çalarak, elleri-kolları sallayarak itişiyoruz ama arabadan inip, dövüşen çok az. Kendi, bireysel gündelik hayatında çevre meselelerini çok dert etmiyor gibi görünebilir ama hiç şüpheniz olmasın, kuraklığın, iklim değişikliğinin, çevreye-doğaya bu kadar hoyrat davranmanın ne risk ürettiğini biliyor.

24 Şubat 2015 Salı

CHP’yi önermişim! - Murat Belge

Taraf’ta yayımlanan mülâkattan sonra, önümüzdeki seçimde CHP’yi desteklemek gerektiğini söylediğime dair kalabalık bir cephe oluşmuş. Engin Ardıç da bunu yazıp duruyor. Onun ne yazdığı da ciddiye alınmayı gerektirir bir şey değil, ama anlaşılan, bu söylenti oldukça yaygın.
Mülâkatta, CHP’yi eleştiren (önemli olduğunu düşündüğüm) birçok söz var. “CHP’nin, AKP’ye muhalefet etmek dışında bir vizyonu yok” diyorum. “Eleştirenlerin (yani Kılıçdaroğlu’nun değişme çabalarını) savunduğu yapıyla CHP’nin bugün olduğundan iki santim daha fazla boy atmasının imkânı yok” diyorum. “Kemalist solculuk yok olmaya yüz tutmuş bir ideoloji.”
Türkiye’de gerçek anlamda sol bir örgütlenme olmamasının baş sorumlusunun CHP olduğunu söylüyorum… Ayrıca bunlar ve daha birçokları yeni söylediğim şeyler değil, ne zamandır söylüyorum.

19 Şubat 2015 Perşembe

21 Ocak günü gazetelerin manşetleri

bildiğiniz gibi dört eski bakan hakkında yücedivan oylaması yapıldı ve bakanlar yücedivana gitmediler. bu olay ogünkü gazetelere nasıl yanısıdı. gazetelerin manşetleri aşağıda.

18 Şubat 2015 Çarşamba

Medeniyet olayı patladı, fena yenildiniz, hoca - Ümit Kıvanç

Önce manzarayı oluşturan olgular:
• Halihazırda bu ülkede iktidarı ele geçirmiş kadro, girdiği kirli yoldan dönmesine elverecek fırsatları kaçırdı. Zaten istemedi, niyeti yoktu, falan, bunlar önemli değil artık. Eşik geçildi.
• Bu iktidara en azından son dört-beş yılda elebaşılık etmiş insanlar herhangi bir iktidar değişiminde mutlaka yargılanacak. Çünkü büyük suçlar işlediler ve öyle görünüyor ki, daha da işleyecekler.
• Bugünkü muktedirlerin yargılanması için öyle devrim niteliğindeki dönüşümler de gerekmeyecek. Baskısı sömürüsü hilesi olağan standartlarda bir merkez sağ iktidar bile bugünün pisliğini temizlemeden iş göremeyecek.
• Recep Tayyip Erdoğan'ın ustalıkla, kendine yakın herkesi, suç ortağı kılarak soktuğu yörünge, sabit bir yörünge değil. Çekimine kapılıp etrafında döndüğü o şey, mutlak iktidar mıdır, hırsın özü müdür, artık her neyse ona her turda giderek yaklaşan, sonu kaçınılmaz çarpışmaya, infilaka götüren bir yörünge.
• Erdoğan, böyle bir yörünge üzerinde seyahatin ancak mutlak bir gerilim ve düşmanlık, dolayısıyla bir tür savaş ortamında sürdürülebileceğini ve mutlak bir sonu olduğunu iyi kavramış, bunun gereklerini çok iyi bilen bir lider.

2 Şubat 2015 Pazartesi

'Yaşadığımız kabzımallık, diplomaları kâğıttan değersiz, vakıf üniversitelerinin yüzde 70'i kapatılmalı!'

Üniversiteye kapağı at, gerisi kolay!” 
Lisede bel bağlanan bu cümle, artık sadece üniversiteye girdikten sonra değil, girilen üniversitelerden mezun olduktan sonra da hayatta bir karşılık bulamıyor. Sebep, sadece istihdam alanlarının nüfusa oranla yetersizliğinden değil, alınan eğitimin içeriğinin çoğu zaman gerçek bir diplomaya denk gelmemesinden de kaynaklanıyor.   
Yaklaşık 2 milyon kişinin bir üniversiteye girmek için başvurduğu ÖSYS, 2014’te öğrencilerden 600 binini devlet üniversitelerine yerleştirirken, yaklaşık 100 bin kişiyi vakıf üniversitelerine gönderdi. 
Bu vakıf üniversitelerinden birinde akademisyenlik yapan Aslı Vatansever ve Meral Gezici Yalçın’a göre ikinci grubun  vakıf üniversitelerinden aldığı çoğu diploma, “üstüne basıldığı kâğıttan daha değerli değil.” Gezici Yalçın ve Vatansever’in konu hakkındaki tespitlerinin kıymeti, sadece kendi mesaileri değil, diğer vakıf üniversitelerinde çalışan 28 akademisyenle yaptıkları görüşmelerden de geliyor.

22 Ocak 2015 Perşembe

Gerçek İslâm nedir? TAYFUN ATAY - 22/01/2015

Charlie Hebdo olayının artçı sarsıntılarını biz en çok kendi içimizde hissettik. Bunların en önemlilerinden biri de işte bu 'gerçek' İslâm tartışması... Bu, beyhude bir tartışmadır. Hele ki bu tartışmanın 'din uleması' marifetiyle nihayete erebileceğini sanmak, beyhudelikten öte yangının benzinle söndürülebileceğini sanmaya eşdeğerdir.
Ortadoğu-Orta Asya İslâm etnografyası çalışmalarının en önde gelen isimlerinden antropolog Dale Eickelman, bu alana gönül vermiş herkesin çığır açıcı olduğunu kabul ettiği önemli eserinde Fas’ta bir kadı ile arasında geçen bir konuşmayı aktarır.

Kendisine Müslüman diyen herkesin Kuran’ı anlayamayacağını, onun içindeki sözlerin büyük-yüce sözler, Allah’ın sözleri olduğunu belirten kadı, şeriatı veya ‘doğru yol’u bilmek açısından sünnet ve hadislerin ve de icmanın önemini vurgular. Sonra da (söylediklerini sembolik mahiyette daha anlaşılır kılma yolunda olsa gerek) bir kâğıdın üzerine iki paralel çizgi çizer ve bu çizgiler arasında kalan her şeyin uygun, çizgilerin dışında kalanların ise İslâm açısından kabul edilemez, izin verilemez olduğunu antropoloğa söyler. (D.F. Eickelman, ‘The Middle East and Central Asia – An Anthropological Approach’, 1998 [3. baskı], s. 256.)

21 Ocak 2015 Çarşamba

İhsan Eliaçık: Kerbela’da Hz. Peygamber’in torunlarını CIA ajanları mı şehit etti?

İlahiyatçı İhsan Eliaçık, "Charlie Hebdo katliamında Batı'nın parmağı var" iddialarına ilişkin olarak, "Batılılar İslam dünyasının dört bir köşesinden atılsa ve bütün İslam memleketlerinde İslamcılar iktidar olsa... İslam dünyası kan ağlayacaktır" dedi. Eliaçık, "Hazreti Peygamber'in torunu şehit edildi Kerbela'da... Kim yaptı bunu? CIA ajanları mı?" diye sordu.

Eliaçık, Hz. Muhammed'le alay edilmesi konusunda ise Kur'an ayetlerini referans göstererek, "Cezalandırma yok. Silah kullanma yok. Hele öldürme, hiç yok. Ayetler apaçık. 'Sözü değiştirene kadar orada oturma, oradan uzaklaş' diyor" ifadelerini kullandı.

İnternette "Cübbeli Ahmet Hoca ürünleri adı altında satışlar yapıldığını" söyleyen Eliaçık, "Orada satılan ürünlerden biri "yakmayan kefen". Ceylan derisine Allah'ın isimlerini yazıyorsun, onunla kefenleniyorsun ve kabir azabındaki ateşten korunuyorsun" diye konuştu.

17 Ocak 2015 Cumartesi

İfade özgürlüğünü korumak mı, zarar vermek mi? - Ömer Faruk Gergerlioğlu

Charlie Hebdo katliamının, depreminin artçı sarsıntıları daha uzun süre devam edecek gibi görünüyor. Bu olay ve sonrasında ortaya çıkan tablo en çok araştırmamız, tartışmamız, geliştirmemiz gereken kavramın ifade özgürlüğü olduğunu gösteriyor.

Her yerde karşıt kesimler tartışıyor. Çoğunlukla  at gözlüklerini takarak ve bir değişim olmadan bitiriyorlar tartışmalarını. Kimi zaman da kendi özeleştirilerini yapıyorlar. Karşıt kesimler özeleştirilerini yaparken bile ölçüyü kaçırabiliyor. Özeleştiri yaparken  görüntü şık olsa da  karşıt kesimin hatasını görmezlikten gelmek  doğru değil. İslami kesimin çok özeleştiri ihtiyacı var ve bunu yapan çok az, ancak burada kriter hakkaniyet olmalı. "Özeleştiri yapayım" derken farklı kesimin yanlışını görmemek, göstermemek  söyleminizin önemini eksiltiyor. Adil duruş her zaman için en doğru duruş. Örneğin İhsan Eliaçık, köhnemiş İslami geleneğe haklı ağır eleştiriler getiriyor, sahih kaynaklara inmede haklı ama toplumsal barışın ve çoğulculuğun sağlanması için üslubuna ve farklılıkların varlığına dahası gerekliliğine  dikkat etmeli, eleştiri yapma ihtiyacı ve hakarete ulaşma sınırından kaçındırmayı  iyi ayırt etmeli.

12 Ocak 2015 Pazartesi

Ekonomide sığınmacı etkisi - UĞUR GÜRSES


Dr. Harun Öztürkler ve Dr. Türkmen Göksel'in hazırladığı 'Suriyeli Mültecilerin Türkiye'ye Ekonomik Etkileri; Sentetik Modelleme' başlıklı çalışma Suriyeli sığınmacıların ekonomi üzerindeki etkilerini ortaya koydu.
2011’den bu yana Suriyeli sığınmacılara ev sahipliği yapan Türkiye’nin ekonomisi, bu göç dalgası ile nasıl etkilendi?
Türkiye’nin toplam nüfusuna resmi rakamlara göre 1.6 milyon Suriyeli sığınmacı, resmi olmayan rakamlara göre 2 milyon sığınmacı eklenmiş durumda. Bunun anlamı, nüfusunun yüzde 2.1 ile yüzde 2.5 artmış olması demek. Sığınmacıların belli kentlerde yoğunlaşmasının getirdiği sonuçlar da var.

6 Ocak 2015 Salı

Eylül… Cansın…-Hande Çayır

Haydi bakalım, başlıyoruz. “Ver müziği” tutkunları şunu* açıp dinleyebilir bir yandan. “Yanarım” diyor bu şarkıda, hani bana sormuştun ya, sana ne dokunuyor diye... Al işte bu dokunuyor.
Eylül Cansın kendini köprüden attı. Bir masterpiece** bırakmış bana. Teşekkür ederim güzel, akıllı bebeğim... İçi dolu turşucuğum... Herkese öpücüklerini yollamış. Çok mutluyum*** demiş. “Ben artık yapamıyorum” demiş.
Ah bebeğim.. Bir bilsen... Nerelere gidip geliyorum ben de...
Herkesin istediği şeyi yapıyorum” demişsin şekerparem... Beni çıkar o herkesten gözünü seveyim... “Bir şeyler yapmak istedim, bana çok engel oldular, izin vermediler, mağdur ettiler” demişsin... Allah’la başbaşa bırakmışsın bizi... Allah’a emanet etmişsin, sıcacığım...